12 Temmuz 2021
Türkiye’de, 1974. Fotoğraf: Simone Fattal
1925 yılında Beyrut’ta dünyaya gelen Etel Adnan’ı anlatmaya tüm söyleşilerinde kendinden bahsederken kullandığı ilk cümleleri alıntılayarak başlamalı: “Annem İzmirli bir Rum. Babam Şamlı bir Osmanlı kurmay subayı.”
Adnan’ın annesi Madam Roza Lilia ve babası Asaf Kadri Bey İzmir’de tanışıp evlenirler. Asaf Bey önceden bir evlilik daha yapmıştır ve üç çocuğu vardır. Müslüman bir Arap subayı ile Ortodoks Rum bir kızın evliliği cemaatleri tarafından tepkiyle karşılanır. Yeni evli çift 1922-1923 civarı savaş ve işgal altındaki İzmir’den ayrılır ve Beyrut’a yerleşirler. Böylece Adnan sadece çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir ailenin değil coğrafyanın da içinde doğar. 1949 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe ve estetik öğrenimi görmek üzere Paris’e gidene kadar yaşamaya devam ettiği Beyrut, ne annesinin ne de babasının kökenlerini taşıyan bir şehirdir. Babası Fransızca konuşabilmekte ancak annesi ne tek kelime Arapça ne de İzmir’de okulda öğrendiği birkaç kelime dışında Fransızca bilmemektedir. Geride bıraktıkları İzmir onlar için yitik bir cennet haline gelir. Etel Adnan evde İzmir’den bahsedildiğinde ağladıklarını, ufukta kocaman bulutlar görünce, “Bu İzmir mi?” diye sorduğunu, Beyrut’taki plaja yüzmeye gittiğinde “İzmir’e gidiyorum,” dediğini anlatır. İzmir tüm aile için çok uzakta kalmıştır ancak evde bir daha asla dönemeyecekleri bu topraklarındilinde, Türkçe konuşurlar.
Çocukken hem Fransızca hem Türkçe konuşan Adnan, öğrenimine 1930 yılında Beyrut’taki Fransız dini kız okulunda başlar ve böylece Fransızca onun için baskın dil haline gelir. 1945’te Fransız yazar Gabriel Bounoure’nin yönetimindeki Edebiyat Mektebi’ne kaydolmasıyla beraber ise Fransızca şiir ve felsefeye bağlanır. Burada ilk şiirlerini yazmaya başlar. Bounoure, Adnan’ın eserlerini çok beğenir ve Sorbonne Üniversitesi’nde eğitimine devam etmek üzere ona burs önerir. 1947’de babasını kaybeden Adnan, 1949’da hocasının tavsiyesi ve desteği üzerine Paris’e göçer. Ancak bu şehirde fazla kalmaz. Cezayir Savaşı esnasında, içine doğduğu pek çok dil arasından seçtiği Fransızca’nın sömürgecilerin dili olduğunu görür ve bu kez Amerika’ya gitmeye karar verir. 1955’te Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesi’nde felsefe doktorasına başlar; 1957’de ise Harvard Üniversitesi’ne geçer. Aynı yıl annesi vefat eder. 1958’de Harvard Üniversitesi’ndeki eğitimini yarıda bırakır ve Kaliforniya, San Rafael’deki Dominican College’da sanat felsefesi dersleri vermeye başlar. Resim de hayatına bu yıl girer. Bölüm başkanı Ann O’Hanlon Adnan’ın resim yapmadığını ve annesinin ona yeteneksiz olduğunu söylediğini öğrendiğinde çok şaşırır. Ann O’Hanlon’un bu teşviki Etel’in ressam kimliğinin başlangıcı olur ve bu alanda pek çok eser verir. Bundan iki sene sonra San Francisco’daki sanat merkezlerinde ve galerilerde resimlerini sergilemeye başlar. Simone Fattal onun eserlerinden “hem etrafa yayılan hem insana nüfuz eden bir enerji çıkar. Hayatı cesaretle yaşamanızı sağlayan saf bir enerji olarak resimler...içinizde büyüyen tılsımlar gibidir.” şeklinde hayranlıkla bahseder.
Etel Adnan ve Simone Fattal, evlerinde, 2016. Fotoğraf: Fouad Elkoury
Etel Adnan hayatını şehirler ve diller arasında adeta sürgünde geçirmiştir. Başka Bir Ülkenin Kalbinin Kalbinde kitabında dediği gibi onun için “hayattaki en büyük iş bulunduğu(nuz) yerde olmamak”tır. Tüm bu gidiş-gelişler, kimi iradi kimi zorunlu sürgünler arasında, onca zengin köklere sahip olmasına rağmen kendini tümüyle bir yere ait hissetmez kalır. Üstelik Adnan her nereye giderse gitsin savaş peşini bırakmaz. Adeta sürgünleri önden ve savaş gittiği her yerde ardından gelir. Doğduğu şehir Beyrut’a döndükten kısa bir süre sonra Lübnan’da iç savaş çıkar. Adnan’ın tek romanı Sitt Marie-Rose (1977) bu savaşı anlatan en sarsıcı metinlerden biridir.
New York’ta, 1979. Fotoğraf: Simone Fattal
Tüm bu aidiyetsizliğe rağmen Adnan hangi şehre ayak basarsa orada köklenen sanat eserleri yaratır. Örneğin 1970’lerde Kaliforniya’ya, Sausalito’ya taşınır ve evinin penceresi açıldığında tam karşısındaki Tamalpaïs Dağı’yla tanışır. Adnan, “Tamalpaïs Dağı evim oldu.” der. Aynı bölgede yaşayan ressam arkadaşlarından hiçbirinin motif olarak kullanmadığı bu dağı tıpkı Cézanne’ın Sainte Victoire’ı tekrar tekrar resmetmesi gibi defalarca resmeder.
Adnan, Tamalpaïs Dağı’nı hem yazıya hem de resme uygun melez bir biçim olan leporelloların (akordeon defter) da bir parçası haline getirir. 1960’ta, San Francisco’da Buena Vista Café’de Rick Barton tanıştırmıştır onu leporellolarla. Adnan kolay taşınan ve var olan çerçevenin dışına çıkmasını sağlayan bu defterleri çok sever. Yalnızca desen çizmek için değil, aynı zamanda şiir kopyalamak için de leporello kullanır. Çocukken babasının kendisine alfabesini öğrettiği, dilbilgisi kitabındaki tümceleri kağıda geçirttiği ve Beyrut’ta sokaktaki arkadaşlarıyla az çok konuştuğu Arapça’yı tercih eder bu kez. Adonis, Mahmud Derviş, Georges Schéhadé, Bedr Şakir El Sayyab gibi modern Arap şairlerinden seçtiği şiirleri leporellolara kopyalar. Böylece bu defterlerde hem babasının köklerini, hem yaşadığı şehri hem de çok etkilendiği Tamalpaïs Dağı’nı bir araya getirir.
Sadece çok dilli ve kültürlü değil aynı zamanda çok yönlü bir sanatçı olan Etel Adnan’ın eserleri birçok farklı mecra arasında gidip gelir. Roman, şiir, deneme ve resimle kısıtlı kalmayan Adnan, Doğu halılarına duyduğu ilginin sonucunda 1960’ların ortalarından dokuma sanatını öğrenir. 1972’de doğduğu şehir Beyrut’a döner ve çeşitli gazetelerin kültür editörlüğünü üstlenir. 1976’da Jocelyne Saab’ın Beirut, Never Again (Beyrut, Bir Daha Asla) filminin senaryosunu yazar. Pek çok şehirde resim sergileri açmaya devam eder.
Paris’te atölyesinde, 2018. Fotoğraf: James Morrisonl
Çok dilli ve kültürlü bir aile ve coğrafyanın içinden gelen Etel Adnan, doğumundan bugüne kadar hiçbir yere ait olmamış ve bulunduğu çeşitli coğrafyaları sanatına konu edinmiştir. Evi bildiği ya da bilmek istediği yerler savaşlarla yıkılmış, değişmiştir. Onun için eve dönmek imkansızdır ancak inceleyen gözün ürettiği sanat her şeyi mümkün kılan değil midir?
Her ne kadar Rego, geç de olsa, çağının öncü feministlerinden biri olarak kabul edilmişse de, cinsel akışkanlığı ele alışıyla ilgili çok az şey yazılmıştır. Hatta çizim ve resimlerindeki sado-mazoşist akım, partiarka ile sömürülen kadın arasındaki klasik çatışmanın bir okuması olarak anlaşılmıştır. Türkiye ve Almanya’daki ilk müze sergileri, Rego’nun toplumsal cinsiyet ve kimlik hakkında sanıldığının çok ötesinde akışkan bir anlayışa sahip olduğunu gösteriyor.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 200 TL
İndirimli: 100 TL
Grup: 150 TL (toplu 10 bilet ve üstü)