12 Kasım 2019
Pera Müzesi, Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu’ndan esinlenen Tüm Zamanlara, Tüm Üzgün Taşlara başlıklı güncel video yerleştirmesinden hareketle, sanatçılar Nicola Lorini, Gülşah Mursaloğlu ve Muğlak Standartlar Enstitüsü’nün (Avşar Gürpınar, Cansu Cürgen) katıldığı bir konuşma gerçekleştirdi. Yerleştirmeden hareketle ölçme, hesaplama, standart oluşturma, zaman ve değişim konularını tartışmaya açan bu ilham verici konuşmadan kısa bir bölüm paylaşıyoruz!
Muğlak Standartlar Enstitüsü
Günlük hayatın üstü kapalı, akışkan ve parçalı yapısı dolayısıyla bazı muğlak tanımlara, talimatlara ve standartlara ihtiyaç olduğunu gördük. Muğlak standartların tanımı; içindekiler, uzamsal veriler, anatomik referanslar yani yüklü kategoriler üzerinden yapılır. Elimizdeki standartlar, tanımladıkları kavramların boyutlarıyla ilgili olarak kesin değil yaklaşık değerler sunar. Bu standartların çoğu niceliksel değil niteliksel olduklarından, yalnızca fiziksel-sosyal yöntem ve analizlerle incelenmeleri zordur.
Muğlak Standartlar Enstitüsü İstanbul merkezli, tasarım ortamlarındaki ikincil derecedeki standartlar üzerine çalışan bir tasarım-münazara girişimi. Özellikle standartların günlük yaşamımıza etkilerini ve gündelik nesneleri nasıl şekillendirdiğini inceliyor. Muğlak standartlar, evrensel olmayan, kültürümüze gömülü, gündelik hayatta yer alan çoğunlukla yerel, sözel ve kültürel nitelikteki standartlardan oluşuyor. Bunlar çoğunlukla dış görünümler arasındaki çoğunlukla fiziksel özellikteki denklikleri veya analojileri ve Aristo ve daha sonra başka filozofların da tanımladığı dört temsil ilkesinden hareketle yine büyük oranda işleve dayalı olarak nesnelerin miktarlarını temsil eden sözcüklerdi. Bu ilkeler; analoji, kimlik, benzerlik ve karşıtlık. Biz de bu ilkeleri kullanarak standartlaştırılmış dünyamızdaki tasarım ortamlarını anlamaya çalıştık fakat bu ilişkiler arasında muğlaklıklarla karşılaştık.
Öte yandan da, insanlık tarihinin büyük bölümünde bu standart kurumların olmadığını gördük. Özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru ticareti kolaylaştırmak ya da eşya, para, insan ya da herhangi bir nesnenin akışını çok daha kolay hale getirmek amacıyla belli bir derecelendirme, standart belirleme sistemi getiren bazı ulusal ya da uluslararası kuruluşların ortaya çıktığını görüyoruz.
Bu standartlar ile dünyadaki nesnelerin birbirleriyle bağlarını, standartların sadece standart belirlemekten ibaret olmadığını çok basit bir örnekle görselleştirebiliriz: Yumurtanın tavuktan sofralarımıza yolculuğu. Tavuğun poposundan çıkan yumurta, kalıba sokulur. Burada yumurta belli bir şekli alır. Kalıp başka bir karton kutuya, o kutu da başka bir kutuya konulur, daha sonra bir sürü kutu bir palete yüklenir. Bunların hepsi yine çok spesifik bir standart ile belirlenmiş bir konteynıra yerleştirilir. Konteynır da büyük bir gemiye yüklenir. Sonra yine gittikçe küçülerek süpermarkete, oradan buzdolabına, sofralarımıza ve en son yumurtalıklara girer. Bir ağırlık veya uzunluk standardından bahsederken sadece standardın kendisinden değil bu altyapıyı, onları birbirlerine bağlayan ilişkiler ağından da bahsederiz.
Öncelikle kilogram kavramı nasıl ortaya çıktı, ona bakmamız lazım. İlk olarak doğadan bir şey aldık ve onu 1 kilograma eşitledik. Böylece herkes aynı birimi kullanabilecekti. Buz parçası… 0,1 m3 su, eşittir 1 kg. Fakat sonra suyun ağırlığının çok değiştiğini fark ettik. Biz de yeni bir fikir bulduk. 19. yüzyılın sonunda yine bir çeşit ağırlığı olan bir kütle olarak belirledik. Bir yüzyıl boyunca bu böyle kaldı. Yani her şeyin ağırlığı başka bir nesne üzerinden tanımlandı. Ama sonra, 21. yüzyıla geldiğimizde, 2019’da bunu da değiştirmeye karar verdik çünkü bu ağırlık birimimizin, standardımızın ağırlığı aslında azalıyordu. Bir kirpiğin ağırlığı kadar azalmıştı ama yine de azalmıştı. Bunun üzerine, standardı, Planck sabiti olarak belirledik. Böylece çok küçük -mikroskopik ölçeklerde diyelim- 1 kilogramı hesaplayabilecek veya 1 kg olduğundan emin olabilecektik.
Bu durumun hem çok modern ve hem de modern olmayan bir boyutu var. Bir bakıma çok modern çünkü bir standart belirleyerek ve her şeyi bu kuralın etrafında organize ederek doğayla makul bir noktada buluşmaya çalışıyor. Aynı zamanda modern olmayan bir yönü de var: Hiçbir anlamı olmayan, mantıksız bir hamle. İnsanların yüzyıllar önce yaptıklarının aynısı: Bundan önceki ağırlık standardı da modern çağların doruk noktasında doğal bir nesneye sabitlenmişti. Bu değer, bir sebze çekirdeğinin ağırlığıydı. O yüzden pratikte aynı şey. 1 kilogramı 1 litre suya sabitlemek gibi…
Tüm dünya, muğlaklıkla mücadele yarışında. Belki de bu yüzden bu kadar standart, boyut ve ölçü takıntısı vb. var çünkü diğer tarafta, bir şeyin lezzeti için standart belirlemek mümkün değil. Her şey hem muğlak hem de göreceli. Nesnelerin tanımsız kalmasını istememe sebeplerimizin manevi bir sebebi de var bence. Her şeyin kategorilere ayrılmasını ve belirli olmasını istiyoruz. Bir şeyi bilmemek, hatta adlandıramamak bile rahatsızlık yaratıyor. Böylece toplu olarak tanımlama ve belirleme yolunu seçiyoruz.
Yine tasarımda, ticarette, sanatta vs. insanın öneminin gereğinden fazla vurgulandığını görüyoruz. Belki de insanlara ve insan olmayanlara, canlılara ve cansızlara eşit ölçüde önem veren ya da her şeyi nesne olarak tanımlayan yeni felsefeler bu şekilde ortaya çıktı. Belki de gezegenin çevresel ve jeolojik bakımdan geldiği noktayı görme vakti gelmiştir. Belki de, kendi önemimizin, kendimize verdiğimiz değerin yanı sıra etrafımızdaki şeylerden daha önemli olmadığımızı fark etme zamanı gelmiştir.
Dört bin yıllık geçmişe sahip, insan yapımı 10.000 objeden oluşan Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu, bir süre zihnimi oldukça meşgul etti ve sonunda İstanbul’a gelip koleksiyonu görmeye karar verdim. Neden bilmem, bu objelerin çok büyük bir alanda muhafaza edildiğini düşünmüştüm. Aksine, depo alanı oldukça küçüktü çünkü eserlerin çoğu küçük parçalardan oluşuyordu. Tüm bu malzemelerin bu küçük alana sığdırılabilmiş olmasına şaşırmıştım.
Burada olmadığım için araştırmalarımı tamamen uzaktan yürüttüm. Bu açıdan, koleksiyonla ilgili çalışmalarım fiziksel olarak bulunmadığım bir saha çalışması gibiydi. Sanırım bu durum pek çok spekülasyona da yol açtı. Başından beri beni çok heyecanlandıran şey şuydu: Bu nesneler, insanların nesneleri tanımlama çabalarının, mücadelelerinin bir fotoğrafıydı, aralarındaki ilişkileri anlayarak dış görünüm üzerinden ölçüler ve bağlantılar belirleme yöntemiydi.
Bu yüzden, koleksiyonun belli bir kısmını veya parçasını ele almak yerine yoğun olarak karakterlere, biçimlere, figürlere, malzemelere ve yüzeylere odaklanmayı tercih ettim. “Bu obje, şu dönemden, diğeri o dönemden, bu şu işe yarıyor” demeden bir nevi yolculuğa çıkmak istedim. Koleksiyonun duygusal kısmı daha çok ilgimi çekti.
Böylece görseller ve hikayeler toplamaya başladım… İlk başta, ölçülere uymayanlara verilen cezalar ilgimi çok çekmişti. Bu alana çok eğilmiştim. Bir noktada ise iki hikâyeyi, haberi kesiştirdim: Biri Paris’te muhafaza edilen platin-iridyum nesnesi gibi kilogram modellerinin yeniden tanımlanması hikayesiydi. Diğeri ise Kaliforniya Üniversitesi’nden bir profesörün internetin gerçek, fiziksel ağırlığını ölçmeye çalıştığı haberiydi: İnterneti mümkün kılan tüm elektronların 50 gram yani orta boy bir yumurta ağırlığında olduğuna dair haberdi. Ortada iki konu vardı: Bu yumurta fiziksel olarak internetin kendisiydi ve modelin azalan ağırlığı bir kirpiğinki kadardı.
Bence günümüzde, iklim krizi ve insani krizler karşısında bu gezegeni tamamıyla kavrayabilmek için bulunduğumuz konumu bir kez daha gözden geçiriyoruz. “Bu kötü, bu iyi, bu doğal, bu yapay vs” gibi batılı düşünce modellerini sorgulamaya başladık. Zıtların bu katı ayrımlarını kırmaya başladık… Tüm Zamanlara, Tüm Üzgün Taşlara, bu sorular ışığında şekillendi.
Gülşah Mursaloğlu
Geçen hafta Nicola ile buluşup Anadolu ağırlık koleksiyonları ile ilgili çalışmasını gördükten sonra iki farklı olgu hakkında konuştuk: Biri kilogramın değişmesi, diğeri de internetin ağırlığını hesaplamayı kafaya takmış olan bu adam. Sonra eve gidip kilogram modelinin değişimi hakkında araştırma yaptığımda beni en çok etkileyen şey, bu nesneyi korumak için aldığımız yoğun ve aşırı önlemlerdi, bu nesnenin ne kadar kıymetli olduğuydu.
Fotoğrafta gördüğünüz gibi, üç ayrı fanusun içine yerleştirilmiş. Her biri kilitli ve anahtarları var. Üstüne de ayrı ayrı kutular konulmuş. 1879 yılından bu yana Fransa’daki bir bodrumda muhafaza ediliyor. O zamandan beri standart olarak bu kullanılıyordu. Üç farklı anahtarı var, bunlardan ikisi Fransa’da, bir tanesi ise başka bir yerde saklanıyor. Bu üçüncünün yerini öğrenemedim, ki bu da bize bir şey söylüyor: Korumak için ciddi bir çaba sarf ediyorlar. Sadece, dünyanın dört bir yanına götürülerek diğer standartlarla kıyaslanmak üze: Yerinden özel bir yöntemle kaldırılıyor. Resimde yanında duran özel aleti kullanıyorlar. Daha sonra da bu alet, filtreden geçirilmiş bir kağıtla kaplanıyor. Yani her şey dünyadaki diğer elementlerle minimum etkileşim üzerine kurulu. Dolayısıyla herhangi bir etkileşimi önlemek ve izole etmek için büyük bir gayret gösteriyorlar. Bir maddeyi izole ederek kontrol edebilmek için gösterilen bu büyük çaba çok etkileyici.
Bu malzeme, platin-iridyum alaşımından yapılma. Bu iki metalin ortak özelliği yüksek yoğunlukları ve şekillendirilebilir olmaları. İkisinin de korozyon direnci çok yüksek ve ikisi de çok radyoaktif. Öyle ki iridyum 2000˚C’de bile paslanmıyor. Hatta en yüksek korozyon direncine sahip metal. Böylelikle kendileriyle en uyumlu şekilde çalışacak iki metali de seçmişler. Bu da bana ilginç geldi. Sanat üretimine başladığımdan beri, tür olarak elimizdeki maddeleri kontrol etme, istediğimiz gibi şekillendirme ve manipüle etme isteğimiz ilgimi çekiyor.
İlgimi çeken diğer bir konu ise çevremizdeki maddeler ile kurduğumuz hiyerarşi. Örneğin, kilogram konusunu ele alalım. Cansız olarak tanımladığımız maddeler karşısında kendimizi hep üstün bir yerde konumlandırıyoruz. Bizzat kendimiz maddeden meydana gelmemize rağmen kendimizi diğer tüm maddeleri kontrol edebilen tür olarak görüyoruz. Bir de bugün görmezden gelmenin neredeyse imkânsız olduğu bir devam konusu da var. İklim değişikliği ve bunun sonuçları daha önce hiç olmadığı kadar belirgin.
Bu yüzden stüdyoda çalışırken çalıştığım malzemeler ile aramda bir nevi hiyerarşinin yer aldığı bir stüdyo ortamı yaratmaya çalışıyorum. Yani bir malzemeye bir şey yaptığımda, malzemenin tepkisini beklemeye, bir şey yapıp yapmayacağını gözlemlemeye çalışıyorum. Tabii ki bu zamansallıkların bazılarına ömrüm yetmeyecek. Belki bazı etkileri göremeyeceğim ama ne yapmak istediklerini görmeye çalışıyorum ve çalışmamın devamını buna göre kurguluyorum.
Bu anlamda, Büyük K, ağırlığı azalan kilogram modeli bence şunu çok çarpıcı bir şekilde gösterdi: Kendimizi istediğimiz kadar “her şeyin arkasındaki beyin” olarak görelim, madde kendini yolunu bir şekilde buluyor.
Pera Müzesi 10 Kasım 2016 – 29 Ocak 2017 tarihleri arasında 19. yüzyılın en özgün manzara ressamlarından Fransız sanatçı Félix Ziem’i ağırlıyor. Ziem Müzesi ve Martigues Belediyesi işbirliğiyle gerçekleşen serginin küratörlüğünü Lucienne Del’Furia ve Frédéric Hitzel üstleniyor.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 200 TL
İndirimli: 100 TL
Grup: 150 TL (toplu 10 bilet ve üstü)