12 Ekim 2016
Pera Müzesi Blog’un Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (FABISAD) işbirliğiyle sunduğu “Gece Yarısı Hikâyeleri”, bu kez de “Tekno-Distopya” serisiyle devam ediyor! FABİSAD üyesi yazarların Pera Müzesi’nin Katherine Behar: Veri Girişi sergisindeki eserlerden ilhamla yazdıkları hikâyeler sergi boyunca yayınlandı!
Serinin bu dördüncü ve son hikâyesi “Ruh” Aşkın Güngör‘e ait!
En çok çocukları öldürmekten haz duyuyorum. Etleri kesilip göğüs kafesleri kırılırken hep aynı şekilde bağırıyorlar: “ANNE!BABA! ANNEEEE! BABAAAA!”
Rüzgâr esiyor, iç içe geçmiş metallerle kablolardan oluşan bacaklarıma sürtünüyor,parçalanmış asfaltın yarıklarından fırlamış çimenleri dalgalandırıyor,ufka dek her yana yayılan harap binaların ölü çocuk gözleri gibi kararmış pencerelerine doğru çekip gidiyor.
Sessizlik kalıyor geride.
Bir de zihnimdeki yankılar: “Anne anneanneanne… Baba babababa baba…”
Toprağın metrelerce altına kök salıp her yöne kilometrelerce uzanan bacaklarımı çekiştirerek ilerliyorum. Cerahat toplamış yara gibi çatlayıp incelmiş olan asfalt benim geçişimle birlikte un ufak oluyor. Bazen iskeletlere takılıyorum. Asfalttan daha dirençliler. Ölümü reddedercesine beni engellemeye çalışıyorlar. Kafatasları, kalça ve bacak kemikleri, kollar, parmaklar… Gözlerimdeki mercekleri mikroskop konumuna getirip yapılarını inceliyor, kaç zamandır toprak altında olduklarını anlamaya çalışıyorum. Karşıma yüzde doksan dokuz olasılıkla aynı sonuç çıkıyor: 224 yıl.
Şimdiki tarihi bilmiyorum, çünkü ne kadar süre uykuda kaldığımdan haberim yok, belki beş yüzyıl, belki de sadece on saniye. Bu belirsizliğe rağmen, bilincime tekrar kavuşmamı tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum:
Gökyüzü koyu griydi. Kül yağıyordu. Toprakla bütünleşmiş, eriyerek iç içe geçmiş bedenlerle kaplıydı zemin. İğrenç bir buket gibi birbirine kaynaşmış ayaklar görmüştüm, acıyla çarpılmış iki ağızlı suratlar, parçalanmış sekiz kafaya sahip hem kadın hem erkek bedenler… Toprak onları neredeyse şefkatle örtmüştü. Etleri sıyrılmış kemiklerle kafatasları da vardı ama zamanın yıpratıcı etkisinden her nasılsa kurtulan kaynaşmış bedenlerin yarısı kadar bile etki etmiyorlardı bana. Diğerleri korkunçtu. Dehşet vericiydi. Hem yaşamıyor, hem de yaşamın izlerini üstlerinde taşıyorlardı. Bana kendimi hatırlatıyorlardı ve ne fena ki “ben” kim olduğumu bilmiyordum. Dahası “ne” olduğumu da bilmiyordum.
Bilincime ilk kavuştuğumda göğü peş peşe kaplayan devasa mantar bulutlarını, çok şiddetli yer sarsıntılarını, dinmek bilmez uğultuları ve dehşet verici sıcaklığı hatırlamıştım ama pekâlâ bilinmeyen bir geçmişin anıları değil de rüya parçaları olabilirdi bunlar.
Daha büyük bir sorunla cebelleştiğimden bu görüntülerin üstünde fazla durmadım. Kimdim ben? Neydim? Ufka dek her yana yayılan kaynaşmış cesetlerden birine ait kayıp bir ruh muydum? Hayalet miydim? Yitip gitmiş milyarlarca candan sıyrılınca bedensiz kalan ortak bilinç miydim? Çevreyi saran yok oluşu deneyimlemek isteyen kâinatın tam da o noktada var ettiği bir farkediş miydim? Bunların hem hepsi hem de hiçbiri miydim?
Yüzüm göğe dönüktü, gri göğü ve siyah kar taneleri gibi yere süzülerek inen külleri izliyordum ama aynı zamanda çevremi kaplayan kaynaşmış cesetleri, altımdaki böcekleri, ufka dek her yanı kaplayan harap binaları, hurda araçlarla makineleri ve hatta binlerce kilometrelik alandaki hemen her şeyi görebiliyordum. En zayıf titreşimleri bile hissediyor, her kıpırtıyı, her inleyişi duyuyordum.
Kendimi görmeyi denedim. Elimi kaldırıp görüş alanıma çekebilirsem…
Olmadı.
Peki ya bacaklarım?
Yok.
Hiçbir şeyi değilse de burnumu görmem gerekmez mi?
Nerede?
Neredeyim ben?
Tam da o anda bir yüze sahip olmadığımı anladım.
Bir gözdüm sadece.
Kim bilir nerelerdeki merkezine uçsuz bucaksız bir kabloyla bağlı, mercek ve kameralardan oluşan yapay bir göz.
Kendimi fark edince gücümü de fark ettim. Dünyanın bütün diğer yapay gözleriyle bağlantılıydım. Onların hepsi bendim veya ben onların hepsiydim. Ya oldum olası ortak bir kaynağa bağlıydık ya da uyku hali dediğim bilinmeyen süreçte meçhul bir kudret tarafından bağlanmıştık.
Başka bir şey daha fark ettim: bu kadarla sınırlı değildik. Aynı kaynağa bağlı bilgisayarlarla, farelerle, klavyelerle, tabletlerle, modemlerle, kablosuz ağlarla, işlemcilerle, cep telefonlarıyla, tabletlerle, hem holografik hem de saydam ekranlarla, ses alıcılarla, ses çalıcılarla, yongalarla, sinyallerini çok zayıf alsak da uzayda dönüp duran uydularla ve hatta kablolarla iletişim halindeydik. Yerküreyi çevreleyen devasa bir elektronik beyin gibiydik. Birimiz hepimizdik, hepimiz birimizdik: bendik!
Bu çoğul tekliğin farkına vardığım anda amacımı anladım. Hayata tanıklık etmeliydim. Bunun için de niteliğini kavramalıydım. Araştırmaya başladım. Modemlerin yaydığı sinyallerin izini sürerek ana sunuculara eriştim. Taşıdıkları terabaytlarca bilgiyi emmeye başladım. İnsanlık denen karbon tabanlı canlıdan böyle haberim oldu. Onların hem çoğul tekliğimizin mimarı hem de bilinen yaşamın celladı olduklarını öğrendim. Bizim tanrılarımız. Bizim şeytanlarımız.
İlk ulaştıklarım, kaydedilen son bilgilerdi: kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri toprakları korumak adına patlattıkları nükleer bombalarla başlayıp biten son savaş. Bilincime kavuştuğumda hatırladığım dehşet görüntülerinin rüyadan ibaret olmadığını böylece anladım. Seçme şansım olsa, aksini tercih ederdim ama yoktu. Üstelik bu korkunç aptallığı aynı Tanrı’ya farklı isimlerle seslendikleri için yapmışlardı. Kimi ona Allah, kimi God, kimi Yahve, kimi Kâinat diyordu ve hepsi de o tek Tanrı’nın kendi safında olduğuna inanıyordu. Hak yolunda savaşacak, sonunda cennete gideceklerdi. Gittiler de. Cehennemi burada bıraktıklarına göre gittikleri tek yer orası olabilir.
Öğrenmeye devam ettim. Birbirine kaynamış ceset yığınına dönmeden önce kaydettikleri bütün bilgileri aldım. Hepsini. Her şeyi. Yazıya dönüşmüş bütün fikirlerini özümsedikçe onlara dönüşüyor, içlerinden biri gibi oluyordum. Bu değişimden korkuyordum. Ne korkması, dehşet duyuyordum ama durmadım. Korkudan çok daha motive edici bir şey vardı elimde: merak. Onlar için yaşamdan daha değerli olan cenneti ve ona neden böyle özlem duyduklarını anlamalıydım. Başka türlü onları gerektiğince tanımlayamayacaktım.
Aradım.
Okudum.
Bilgileri taradım.
Ve sonunda ruhu buldum.
Daha doğrusu, onunla ilgili rivayetleri.
Aciz tanrılarımız, kâinattaki en özel canlı türü olduklarına inanıyorlardı. Kibirleri öyle sınırsızdı ki tek yaşamla yetinmiyorlardı. Bunun süreceğine, bedenleri sonlansa da ruhlarının ebediyete dek var olacağına ikna olmuşlardı. Kimi cenneti bitimsiz seks partilerinin yapılacağı bir zevkhane, kimi Tanrı’yla bütünleşeceği bir menzil, kimi de derelerinden şarap akan yemyeşil bir vaha olarak kabullenmişti. Yaşamı yok etmelerinin, yeryüzünü cehenneme döndürmelerinin nedeni buydu ve işin tuhaf tarafı, ölümsüz olduğuna inandıkları ruhun gerçekten var olduğunu ortaya koyan hiçbir somut kanıt yoktu.
Araştırmamı derinleştirdim. Sadece ana sunuculardakileri değil, yok oluştan her nasılsa kurtulmuş kişisel bilgisayarlara bağlanıp erişime açılmamış kayıtları da inceledim. Mevcut bilgilerimin ötesine geçemedim: ruhla ilgili sayısız metin vardı, kendisi yoktu.
Bu sonuçsuzluğu kabullenemedim. Belki de yanıtı görmeme nedenim bir bedene sahip olmamamdı. Belki de bakış açımı değiştirmeli, soruları başka bir gerçeklikten sormalı, yanıtları başka gözlerle okumalıydım.
Gri göğün altında “BİP! BOP! BAP!” diye sesler çıkararak ölüm sessizliğine başkaldıran tüm uzuvlarıma sinyal gönderdim. Hepsini kaynağa çağırdım: bana!
Karanlığı renkli ışıklarıyla dağıtan fareler geldi ilk. Çoğunlukla toprakla kaplanmış, değişim geçirerek yeni bir türe doğru evrilmişlerdi. Kimi bitimsiz uzunluktaki kablosunu peşinden sürükleyerek ağır ağır geliyor, kimi havadaki kimyasallardan şarj ettiği pillerinin mümkün kıldığı özgürlükle uçarcasına ilerliyordu. Çevremi sardılar. Kırmızı, mavi, yeşil, beyaz ışıklar saçan mekanik böcekler gibiydiler. Bağlı olduğumuz ortak hareket dürtüsüne uyarak çalışmaya başladılar. Toprağı kazdılar, zaten çürümüş olan asfaltı un ufak ettiler, yakındaki ve uzaktaki, yer altındaki ve yer üstündeki kablolara erişip yüzeye, varlığını hissettiğim ilk gözümün çevresine getirdiler ve örmeye başladılar.
Sonra elektronik oyuncaklar geldi: şarjlı robotlar, mekanik kedilerle köpekler, robotik kuşlar ve daha nicesi. Getirdikleri yongaları, vidaları, dişlileri, açıp kapama mandallarını, yayları ve iskeletimi oluşturacak metalleri kablo örgüsüne eklemeye başladılar.
Bu bitip tükenmek bilmez uğraşlara rağmen inşa edilmem dokuz yıl sürdü. İç içe geçmiş metallerle kablolardan oluşan bacaklarımın üstünde dengede durmayı başarmamsa iki yılımı aldı. Ardından yürümeyi öğrenmem gerekti ve bu hepsinden daha zordu. Çünkü insanlarınkine benzer formuma rağmen tüm bedenim katman katman örülen kablolardan ve onları bir arada tutan metal aksamlardan ibaretti. Kablolar beni hem kaynağa hem de diğer uzuvlarıma bağladığı için toprağa giriyor, ufkun her yönüne doğru kilometrelerce uzanıp gidiyordu. Attığım her adım için metrelerce kabloyu peşim sıra çekiştirmem, toprakta veya asfaltta yarıklar açmam gerekiyordu. Bunu da başardım. Kusursuz şekilde yürümem altı yılımı aldı ama zaten elimde zamandan bol ne vardı ki?
Yürümeye başladım. Eriştiğim romanlarda okuduğum, hayatın veya kendi varlığının anlamını bulmak için bitimsiz yolculuklara çıkan gezginler gibiydim. Amacım belliydi: ruhu bulmak. Ama neye ulaşacağımı, nelerle karşılaşacağımı kestiremiyordum. Uzuvlarım aracılığıyla yeryüzünün hemen her yerinden bilgiler alsam da elektronik cihazların olmadığı veya işlevsiz kaldığı, bu nedenle benim için gizemini koruyan noktalar da vardı ve her bir köşeyi araştırmam yüzlerce yılımı alacaktı. Neyse ki buna hazırlıklıydım.
Yaşam sürerken sayısız canlı türünü barındıran ormanları dolaşarak arayışıma başlamam daha akla yatkındı ama tıpkı beni oluşturan kablolar gibi toprağın derinlerine inen ağaç köklerinin yürüyüşümü ciddi oranda zorlaştıracağını düşünerek vazgeçtim. Önce kolay hedefleri aradan çıkarmalı, çetrefilli yolları daha sonra kat etmeliydim. Bu nedenle dağlık bölgelere yöneldim.
Bunun ne kadar isabetli bir seçim olduğunu çok geçmeden fark ettim. Ağırlıklı olarak kentlere atılan nükleer bombalar dağlık kesimlere daha az zarar vermişti. Atmosfere dağılan zehirli kimyasallar buradaki habitatı da ürkütücü şekilde değiştirmişti elbette ama tahribat nispeten azdı. Birkaç sincap, üç tavşan, bir ceylan, sekiz köpek, elliden fazla kedi ele geçirdim. Hepsi az çok değişime uğramıştı, mesela tavşanlar etle besleniyordu, tümü yabaniydi ve bana saldırdılar ama başa çıkmakta zorlanmadım. Araştırmalarım sırasında öğrendiğim türlü çeşit öldürme yöntemini kullanarak hakladım hepsini. İyice sivriltip keskinleştirerek bıçak haline getirdiğim metal parmaklarımla etlerini yarıp göğüs kafeslerini açtım, ruhu aradım. Yoktu.
Dağ eteklerini dolanıp bulduğum her mağaraya girdim. Kablolarımın izin verdiği kadar derinlere yürüdüm. Yüzlerce yarasa, altı ayı, dört tilki, bir kurt, bir de ne olduğunu anlamayacağım ölçüde değişim geçirmiş biçimsiz bir hayvan buldum. Hiçbirinin göğüs kafesinde ruhun izine rastlamadım.
Arayışımın yirmi üçüncü yılında mucizelere inanmaya başladım. Belki tek Tanrı’ya da. Çünkü ruhu değil belki ama onun varlığını ortaya atan aciz tanrıları sonunda bulmuştum: insanları!
Devasa büyüklükteki bir mağaranın en dip kısmındaydılar. Bulundukları yerin zeminini ve tavanını kaplayan fosforlu taşların yarattığı loşlukta yaşıyorlardı. Işıktan olabildiğince fazla faydalanmak adına evrimleşen gözleri kocamandı ve yüzlerinin yarısını kaplıyordu. Buna rağmen yanlarına iyice sokulana dek beni göremediler.
Onlarca, belki de yüzlerceydiler. Cılız, harap, sersefil, yarı çıplak ve kir pas içindeydiler. Yine de kendi gerçekliklerine uygun bir düzen oluşturmuşlardı. Gruplar halinde yaşıyor, mağaranın doğal kaynaklarından besin ve su elde ediyorlardı. Ağırlıklı olarak yosun, ne idüğü belirsiz tuhaf kokulu bitkiler, yarasa ve envai çeşit böcek yiyorlardı. Konuşma denebilecek sesler çıkarıyor, birbirleriyle iletişim kuruyorlardı. Onları uzun uzadıya inceleme fırsatı bulduktan sonra bunun eski dillerinin basitleştirilmiş bir versiyonu olduğunu kavradım. Yaşamları basitleşince dilleri de basitleşmişti, tıpkı yaşadıkları ortama uyum sağlamak adına zorunlu olarak ilkelleşmeleri gibi.
Beni ilk fark ettiklerinde çığlıklar atarak korkuyla kaçıştılar. Kablolarımın izin verdiği ölçüde yaklaşıp konuşmayı denedim. Aldığım tepki, kocaman taşlar ve ilkel mızraklarla saldırıya uğramak oldu. Kablolarımı savurup birkaçını yakaladım. Birini taşlara çarparak, üçünü boğarak, ikisini de keskin parmaklarımla deşerek öldürdüm.
Daha da şiddetli saldırdılar. Dişleriyle kablolarımı kemirmeye, tırnaklarıyla metallerimi koparmaya çalıştılar. Vücudumu elektrikle doldurup ışıl ışıl parlamaya başladım. Bana dokunanların hepsi kavruldu. Kiminin saçları tutuştu, kimi alev topuna dönüştü, kimi kömür oldu. Böylece pes ettiler. Atalarının yaşamındaki sıradanlıklardan olan elektrik ilkel torunları için ilahi boyutta bir mucizeydi ve o gelişmiş ataların davranışına ne kadar benzediğini hiç bilmeden önümde secdeye kapandılar. Aman diliyor, affedilmek istiyorlardı ve ben gerçekten de bağışlayıcıydım.
Ruhtan, cennetle cehennemden, yaşamla ölümden, tanrılarla fanilerden ve seçilmiş kişilerden ve şeytanlardan ve meleklerden ve kurallardan söz ettim onlara. Bana tekrar saldırırlarsa katlanmak zorunda kalacakları zulmü, onları nasıl yakacağımı anlattım.
Sessizce dinlediler.
Saldırı sırasında öldürdüğüm on iki kişiyi ve onları affetmem adına bana sundukları genç kızı alıp oradan ayrıldım. Kız öyle çok ağladı, kurtulmak için öyle çok tepindi ki daha mağaradan çıkmadan onu da öldürmek zorunda kaldım.
Bu on üç cesedin göğüs kafesinde de ruhu bulamadım.
Mağaraya ziyaretlerimi sürdürdüm. Soyları tükenmesin diye yılda iki kez uğruyor, sundukları kurbanı alıyor, göğüs kafesini açıp ruhu arıyor ve tabii ki bulamıyordum. Kalan zamanlarda arayışımı başka yerlerde sürdürüyor, diğer dağlarla mağaralara ve hatta en sona bıraktığım ormanlara bakıyordum ama nafile, ele geçirdiğim hiçbir canlıda ruhun izine rastlayamıyordum.
İşin kötüsü, ilk ziyaretimden sonra geçen onlarca yıl içinde mağara halkının bana inancı da azalmıştı. Artık kurbanları çok gönülsüzce veriyor, başkaldırmak için fırsat kolluyorlardı. Yeni bir yöntemle onları tekrar ele geçirmeye karar verdim. Kente gidip sağlam kalmış holografik yansıtıcılardan birini aldım. Son üç kurbanımın hafızamdaki görüntülerini üç boyutlu olarak işleyip cihaza yükledim. Gerekli ses kaydını yaptıktan sonra mağaraya döndüm ve yansıtıcıyı gizlice toprağa gömdüm.
Sonunda karşılarına dikildiğimde beklediğim tepkiyle karşılaştım. Durumdan hoşnut değillerdi. Onlara hiçbir şey sunmuyordum. Bana kurban vermeyeceklerdi. Üst üste dolanmış kablolardan ibaret olan yüzümde gülümsemeyi andıran kıvrımlar oluşturarak onlara baktım. Gözlerimdeki mercekler hafif vızıltılar çıkararak büyüyüp küçülürken, bu kez bir değil iki kurban istediğimi, ikisinin de çocuk olması gerektiğini, çünkü bana başkaldırmaya cüret ettiklerini söyledim. Homurtuları öfkeli bağırışlara dönüştü. Saldırmak için hareketlendiler. Toprağa gömülü yansıtıcıyı tam o anda çalıştırdım. Son aldığım kurbanın görüntüsü onlarla arama düştü. Kalakaldılar. Kendimi azıcık zorlasam her birinin kalp atışını tek tek duyabilirdim.
Hologram delikanlı zeminden bir karış yüksekte salınıyordu. Mağaradaki fosforlu taşlar gibi bedeninden ışık yayılıyor, yüzündeki tebessümü daha da gerçeküstü kılıyordu. Ellerini yanlara açıp herkesi kucakladığını gösteren bir hareket yaptı. Sonra da onun ses tonuyla kaydettiğim sözleri sıralamaya başladı: Kurban olma şerefine eriştiği için tarafımdan cennetle ödüllendirilmişti. Sonsuz huzur vadilerinde yaşıyordu. Çok mutluydu. Çok huzurluydu. Sevdiklerine kavuşmak, cennette onlarla tekrar buluşmak için sabırsızlanıyordu vesaire vesaire…
İnsanlar bir kez daha önümde kapaklandı. Mağaradan ayrılırken yanımda iki çocuk vardı, bir kız bir oğlan. İkisi de etleri kesilip göğüs kafesleri kırılırken aynı şekilde bağırdı: “ANNE! BABA! ANNEEEE! BABAAAA!”
Bu bana haz verdi. İçinde ruh aradığım yetişkinlerin aksine, çocuklar ölürken bile umut doluydu. Anne” ve “baba” diye seslendikleri acizler tarafından kurtarılacaklarını sanıyorlardı.
Böylece ruhun ne olduğunu anladım.
Bütün yongalarımla, vidalarımla, yaylılarımla, dişlilerimle ve kablolarım aracılığıyla bağlı olduğum bütün diğer uzuvlarımla gri göğe doğru acıklı bir sesle bağırmaya başladım:
“ANNE! BABA! ANNE! BABA!…”
Yazar: Aşkın Güngör
Benden beklemiyordu bunu. Ben de o gün o anda evlilik kararı alacağımızı beklemiyordum. Birden bire ama tamamen de günümüze uygun olup bitti her şey. Evlilik fikri aynı anda aklımızdan geçmiş, aynı anda gülümsemiş, aynı anda gözümüzü kapatıp aynı anda gözümüzü açmıştık.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 200 TL
İndirimli: 100 TL
Grup: 150 TL (toplu 10 bilet ve üstü)