Türk Edebiyatının “Esrarlı” Adası

06 Ağustos 2025

Kültür hayatımızın nevi şahsına münhasır isimlerinin başında gelir Samih Rifat ismi. Kendi sözleriyle “bir ozan çocuğu” olarak az eseri içinde ziyadesiyle özgün bir yazar olduğu görülür. Mimarlık eğitimi almış, bir edebiyatçı, yazar, çevirmen olmasının dışında fotoğrafçılık başta olmak üzere birçok başka sanat dalı içinde de nevi şahsına münhasır bir isimdir. Yeter ki birileri bilsin. 2007 yılında yitirdiğimiz Samih Rifat’ı hazırladığı dergilerden, yaptığı çevirilerden, yazdığı denemelerden, anlatılardan zaten tanıyor okurlar. Biraz yaklaşabilenler şiirlerine de denk gelecektir. Daha merakla ve araştırarak takip edenler, onun diğer ürün verdiği alanlara da denk gelebilir... Eski bir dergide veya bir arkadaşının yayımlanmış kitabının kapağında kullanılmak üzere bir fotoğrafına rastlamışlardır. Biraz daha kurcalayanların karşısına birçoklarının bilmediği desenleri de çıkacaktır.

Yeter ki Samih Rifat açık etsin... Onun bu esrarını dostu Enis Batur, ölümünden sonra kaleme aldığı “Onu Bir Yere Oturtma Güçlüğü” başlıklı yazısında şu sözlerle dile getirmişti: “Şiirlerini kimse görmedi, bundan sonra okunabilecek onlar; gitar çalışını ancak mahremindekiler bildi; onca ısrarın arasından çaktırmadan geçti, fotoğraf sergisi açmamanın yolunu buldu; Fransa’da yayımlanan, Anadolu evlerinin çatı donanımları üzerine doğrudan Fransızca yazdığı uzmanlık üstü metni üç kişiye göstermişse, bunun nedeni, o toplu yayının dudak uçuklatıcı, söylemekle inanılmaz cüssesiydi; bilemiyorum ufarak resim ve kolaj çalışmalarını kaç kişi tanımıştır – saymakla bitmezdi örtünmeleri.”

Enis Batur’un belirttiği üzere, bu ka- dar ustaca örtünen Samih Rifat’ın zaman zaman bilhassa yazın aracılığıyla söz konusu örtülerini araladığını fark etmek mümkün olacaktır...

 

 

 

Bir öznel önsöz ustası

Okur olarak Samih Rifat’ın kitaplarına veya çevirdiği kitaplar için kaleme aldığı “özel” önsözlere dikkatle baktığımızda kendi yazın dünyasını kurmuş ve bunu edebiyatseverlerle paylaşan bir tavır görürüz. Çünkü kendisini öncelikle meraklı bir “okur” olarak adlandıran Samih Rifat okurken sorular sorduğu ve farklı cevaplar aldığı kitapları dilimize çevirerek sergiler bu tavrı. Ola ki daha önce çevrilmişse, eski çeviriye ve çevirmene saygısını dile getirerek, kendi çevirisinde peşine düştüğü “bilinmeyenleri” izah eder... Daha gençlik yıllarındayken okuyup, belki arkadaşlarıyla belki tek başına düşünüp tartıştığı kitapları çevirerek okurluk serüvenini bir üst basamağa çıkarır. Leonardo Da Vinci’nin Bilmeceler (Kehanetler) kitabı için kaleme aldığı önsözde itiraf ettiği üzere kitabı; yazın türleri içinde özel olarak peşine düştüğü “muammalara” olan tutkusu sebebiyle çevirdiğini şöyle dile getirir: “Leonardo’nun bilmecelerini kendi hesabıma, üniversite yıllarında (demek ki altmışlı yıllarda) okuduğum bir kitaptan, İngiliz sanat tarihçisi Kenneth Clark’ın Leonardo da Vinci’sinde okuduğum bir paragraftan yol acıkarak keşfettim ben.” 

Peşine düştüğü sorulardan sonra çevirmeye karar verişini özetle şu sözlerle izah eder: “O sıralar iki “muammâ” stasıyla uğraşıyordum; kapalı sözün iki büyük efendisi Herakleitos’la, Rene Char’ın iki bin beş yüz yıl önce yaşamış bir felsefeciyle, çağdaşımız bir ozanın ilişkileri ortaklıkları üstüne düşünmeye, bir şeyler okumaya, çeviriler yapmaya çalışıyordum. Birdenbire üçüncü bir ayak gibi Vincili’nin Kehanetler’i katıldı bu okumaya. Tam aynı türden bir “söz” değildi; bir düşünürden ya da ozandan değil. Bir Rönesans ressamından, üstelik soytarılığa benzer bir eğlendirme uğraşının içinden geliyordu. (...) Ben de heyecanlanıp Char’la Herakleitos’tan sonra Kehanetler’i –ben Bilmeceler demeyi yeğliyorum- Türkçeye çevirmeye karar verdim. Varsın kendi dilinden olmasın. Nasıl olsa birileri yakında Leonardo’nun tüm metinlerini, İtalyanca asıllarından dilimize çevirirdi (Çevirir miydi?...). Benim çevirim, Bilmeceler’de saklı şiiri vurgulama amacını taşıyacaktı daha çok; bir tür şiirsel okuma olacaktı...”

Öncelikle bir not düşmek gerekir ki Samih Rifat’ın parantez içinde tahmin ettiği gibi Leonardo’nun yazdıkları hâlâ çevrilmedi...

Bu önsözün ardından Samih Rifat’ın çevirdiği diğer ki- taplar için kaleme aldığı “özel” önsözleri bir gözden geçirip hatırladığınızda aslında her kitap için özel, öznel bir sebep izah ettiğini ve kendi soruları- nın neler olduğunu açık etmektedir. Eski Ahit’in en ünlü bölümlerinden biri olan “Ezgiler Ezgisi” (yine önsözde hatırlattığı üzere Ali Ufkî’nin eski çevirisiyle “Neşideler Neşidesi”) için yazdığı önsözde Ezgiler Ezgisi’ni okurken peşine düştüğü soruları ve onlara cevap aramak için okurlara yardım ederken, kendisinin de yardım istediğini görürüz: “Saydığımız özellikleriyle, Kutsal Kitap’ın çok değişik yorumlara yol açmış ve çözümsüz görünen gizemlerinden, bilmecelerinden biridir “Ezgiler Ezgisi”. 

Kimdir o dizelerde konuşanlar? Kaç kişidir? Tam olarak ne anlatılmaktadır? Kısa yanıtlar isterseniz Yahudiler, Ezgiler Ezgisi’nin Tanrı’yla İsrail halkı arasındaki sevgiden, Hıristiyanlarsa İsa’yla kilisesi arasındaki aşk ilişkisinden dem vurduğunu söylerler size.” Başka metinlere de yönelir bu çeviriyi hakkını teslim ederek yapabilmek için; “Örneğin Paul Claudel gibi büyük bir ozan, Kutsal Kitap’ın on-on iki sayfaya sığan, toplam 117 “ayetlik” bu şiirlerde söz edilen sevinin tensel değil göksel bir sevi olduğunu kanıtlamak için beş yüz otuz sayfalık sıkıcı bir kitap yazar.” Daha sonra Ezgiler Ezgisi için tarih boyunca kalem oynatmış Aziz Gregorius’tan bugüne kadar birçok ismi ve yaklaşımını anar Samih Rifat…

Muamma gibi bilmeceleri çözmeye olan merakını açıkça itiraf eden Samih Rifat bu önsözlerinde okur için metinde karşısına çıkacak kapıları açan anahtarları da sunmaktadır. Tabii gizli bir biçimde. Yeter ki okur önsözden biriktirdiği anahtarlarla metni okuyup, kapalı kapılarını birbiri ardına açabilsin. Bu kapıları açtıkça bizler, sessiz sedasız Samih Rifat’ın okuma serüvenini, okuduğu kitaplarda aklında doğan soruları ve onlara bulduğu cevapları da okuruz. Enis Batur’un hatırlattığı üzere çektiği onca fotoğrafın sergilenmemesi için bir yolunu bulmuş olan Samih Rifat, yazdığı yazılar, yaptığı çeviriler için de tam tersini sergilemiş ve ardından yayımlanmamış tek bir yazı bırakmamıştı. Bunların kimileri artık baskısı tükenmiş çevirilerin önsözünde, kimileri dergilerde kalsa da…

 

 

 

Ada olmanın gizli itirafı

Yaptığı çeviriler için kaleme aldığı önsözler haricinde yayımlanan kitaplarında; örneğin “Herakleitos’ta” daha başından itiraf eder amacını; “Bir kapalı söz ustasıyla buluşma denemesi”. Samih Rifat, Herakleitos’a yaklaşabilmek için onun metinlerini çevirir, hakkında yazılmış metinleri inceler, Herakleitos’u didik didik eder kitabında. “Akla Kara Arası” adlı kitabında da fotoğraf yazılarını bir araya getirmiştir Samih Rifat. Ancak geçtiğimiz aylarda “tekrar baskı” ile yeniden yayımlanan Ada kitabı, alışık olduğumuzun aksine tamamen bir “öz” anlatısıdır. Ama en önemlisi bu ‘öz’ anlatısı üzerinden olağanüstü bir “ADA” metnine imza atar Samih Rifat... Bir Ada’nın Ada’sı.

Çevirmen, akademisyen Akşit Göktürk’ün incelemesi “Ada”, okuyanların da hatırlayacağı üzere şöyle başlar: “On altıncı yüzyılda, ressamın biri ne zaman bir dünya haritası çizecek olsa, karısı hemen, ‘Sevgilim şuracığa bir ada koyuver, yalnız benim olsun!’ dermiş. Ressam da bu isteği uysallıkla yerine getirirmiş. Bu tür adalar o günün haritalarından hiç eksik olmazmış.” Yine Akşit Göktürk’ün belirttiği üzere, insanoğlu yüzyıllardan beri mutluluk, dirlik düzenlik, ölümsüzlük, serüven, kaçış yönündeki özlemlerini çoğunlukla uzak bir ada görüntüsüyle birleştirerek dile getirmeyi seçmiştir.

Türkçede kaleme alınmış en önemli ada incelemesi olan kitabında Göktürk bilhassa İngiliz edebiyatındaki “ada” anlatımını, ada metaforunu etraflıca ele alırken aslında Türk edebiyatı için de önemli şifreleri ortaya koymaktaydı. Bu sayede Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Servet-i Fünûnculara, Füruzan’dan Selim İleri’ye, Sait Faik’ten Yaşar Kemal’e ve ‘ada’yı anlatan daha birçok yazara kadar, onların eserlerinde, öykülerinde ‘ada’yı kullanış ve anlatış şeklini tüm yönleriyle açıklayabiliriz.

Saydıklarımız haricinde bir özelliğe sahiptir Samih Rifat’ın Ada’sı. Biraz dikkatle baktığımız zaman, edebiyatımızda alıştığımız ada anlatılarının çok dışında bir özelliğe sahiptir. Samih Rifat’ın ilk baskısı 2002 yılında Sel Yayıncılık tarafından (Geceyazısı dizisi içinde) yayımlanan küçümen kitabı “Ada”, onun yayımlanmış birkaç kitabından biri. İlk baskısının üzerinden 11 yıl geçmiş. Kaç kişi okumuştur? 1000 diyelim. Onların tavsiyesiyle en fazla 2 bin. O yüzden birileri söylemiş olsa da duyulmamış olabilir. O yüzden en baştan hakkını vermeli; Türk edebiyatında zaten çok az olan ‘ada’ kavramına yönelik anlatıların en iyilerinden biri olarak listenin başında yer alıyor, kanaatimce.

Akşit Göktürk’ün yıllar önce belirttiği ve aradan geçen zamanda çok defalar tekrar edilen, ada metaforunun detaylarına girmeye gerek yok. Samih Rıfat hem bir insanın nasıl “ada” olabildiğini hem de bir “adanın” nasıl “ada” gibi anlatılabileceğini gözler önüne seriyor. Bilhassa son zamanlarda yayımlanan kimi Enis Batur kitaplarında, Batur’un Samih Rifat’ı anış/anımsayış şekline baktığımız zaman aslında Samih Rifat’ın bizzat kendisinin bir “ada” olarak adlandırılması da son derece mümkün. Ozan bir babanın çocuğu olmak kadar, fotoğrafçılığı, çevirileri, yazdıkları ve yaşamıyla bunu gösterdiği de bir gerçek. Yine Enis Batur’dan ödünç almak gerekirse; “Samih Rifat’ta Kültür ile Hayat’ın ayrılmaz biçimde içiçe geçişinin somut örneklerinden biri, küçük ama güçlü, tiryakilerini yaratmakta gecikmemiş “Ada” kitabıydı. Yaşamöyküsel bir kesit sunuyordu orada.” Tam da bu yüzden, yazının bundan sonraki bölümünde üzerinde durmak istediğim Samih Rifat’ın “adalığı” değil Samih Rifat’ın “ADA’sı…”

 

 

 

Kahramanı ada olan bir anlatı

Biraz iddialı bir cümle gibi olsa da, hakikaten Türkçe’de yazılmış önemli birkaç ada metninden birisi belki de en önde geleni Samih Rifat’ınki. Bunun birinci sebebi, Samih Rifat’ın “adayı” bir mekan, bir coğrafi unsur, bir anlatının uzamsal yönünü destekleyen da- yanak olarak veya yukarıdaki tanımda aktarıldığı üzere mutluluk, dirlik düzenlik, ölümsüzlük, serüven, kaçış yönündeki özlemlerini çoğunlukla uzak bir ada görüntüsüyle birleştirerek dile getirmeyi seçmiş olduğu bir unsur olarak değil, tam aksine bizzat kahramanın Ada’nın kendisi olduğu bir anlatı olmasıdır. Samih Rifat bir adayı anlatırken aslında kendi “adasını” ve onun tüm bilinmeyen yönlerini, gizemlerini, sırlarını, güzel anlarını aktarıyor…

Önce; Samih Rifat’ın “Ada’da” ne anlattığını bir hatırlamalı: Samih Rifat yıllar önce (1955-1964 yılları arasında) her yaz gittiği ve yazın bir ayını geçirdiği Marmara Adası’nı, yıllar sonrasından çocukluğuna dönerek anlatıyor. Sıradışı bir hatıra arkeolojisini olağannüstü bir şekilde yapıyor. Daha girişte “Çocukluğumun, ilk delikanlılığımın en güzel günleriydi. Yaz, tatil, güneş; deniz, kumsallar, kayalık tepeler, örenler, balık avları. Bazı eski dostlar; yıldan yıla görünce sevindiğimiz insanlar. Büyükler, çocuklar, kızlar. Adları eskizaman kokan bir iki balıkçı köyü: Kılazak, Palatya, Prastos, Kalemi. Kayıklar, insanlar, kahveler, denizkabukları, süngerler, balıklar...” diye sıralayarak Proustvari bir geçmiş anlatısına imza atacağının işaretini verir Samih Rifat. 1964’ten sonra bir daha gitmediği bir Ada’yı yazmak isteğinin sonucu olduğu kadar, başlıbaşına bir ada yaratma işine soyunuyor. Neticede, etrafı yüksek burçlu kalelerle örülmüş, dört tarafı denizlerle çevrili veya sonradan derin hendekler kazılmak suretiyle dış dünyadan soyutlanmanın coğrafi bir tezahürü olan “adayı”, yazar çocukluğundan hatırladıkları ile aktarıyor. Yani bu kez hendeğin kendisi bizzat Samih Rifat’ın anıları. Zira onun hatırladığı, anlatılmaya değer gördüğü ve anlattığı kadarını okuyabiliyoruz.

 

 

 

Bugün Marmara Adası’nı görenler muhakkak vardır. Fakat onlar da görecekler ki, Samih Rifat’ın “adası” herkesin bildiği “adadan” daha farklı bir ada. Proustvari anımsamalar silsilesi

Fiziksel olarak da ismiyle uyum içinde bir kitap bu. Tahmin edilebileceği üzere “mavi” olarak belirlenmiş kapağı, gerek metafor olarak gerekse coğrafi bir mekân olan “adayı” diğer kara parçalarından ayıran deniz, yüksek burçlu surlar veya hendek görevini görüyor. “Adaya” fiziksel olarak kapağı açtıktan sonra girsek de Samih Rifat’ın adasına haliyle bir gemi aracılığıyla ulaşabiliyoruz. Samih Rifat gemiyi fiziksel olarak tarif etmiyor elbette. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Proustvari bir anımsamalar silsilesi halinde Samih Rifat’ın Adası’na yapılan gemi yolculuklarının hepsinde yaşadığı hisler, tanık olunan hadiseler, yol/yolculuk boyunca olanlar içinde akılda kalanlar aktarılıyor. Gemi’nin adaya yanaştığı iskelenin bulunduğu köyü anlatmaya başlıyor sonra. Köy’ün hafızasındaki / anılarındaki halini -kitabın bütünündeki gibi- olağanüstü şiirsel bir biçimde dile getirdikten sonra hafızanın en önemli unsurlarından biriyle bitiriyor. Köyün kokusuyla! “Sabahlar balık kokar”. Bu koku unsuru, okur için, sadece Proustvari anımsama unsurunun altını çizmek açısından önemli değil. Bir sonraki konuya geçişin işareti aslın-da. Çünkü sonrasında bir “Balık” anlatıyor Samih Rifat. Sözünü ettiği yıllarda bütünü, bir “balıkçı köyü” olan adayı bir ağ örercesine ilmek ilmek örüyor. Her bölümde ayrı bir düğüm atıyor. Bir düğümden geçip giden ipi takip ettiğiniz zaman, diğer düğüme / bölüme geçiyorsunuz. Köy balığa açılıyor, balık tekneye, tekne kaptanına, kaptanı bir başka deniz insanına el veriyor. Arada sözü edilen balıkların “biricikliği” anlatılırken, Ada’nın içine sinen, sıkışan, içinde yer alan her şeyi aktarıyor Samih Rifat.

Dahası, benzer anlatılarda kayalıklarda patlayan dalgalar muhakkak karanlık hatıralara sebep olurken, Samih Rifat, çocukluğunda taşıdığı iyimser bakışı aynı şekilde yansıtıyor. Birgün balığa açılan ozan ve balıkçısı dönebilsinler diye bir cam gibi hareketsiz duran deniz, ne kadar içine kurtlar düşürse de sonunda yüzünü güldürüyor anlatıcının ve okurun! Samih Rifat’ın Ada’sının en önemli tarafı sözcüklerden vücuda getirilmiş bir ada olması. Çok nadir biçimsel bir tasvir var. Daha çok ân, his, hatıra üzerinden ilerleyen kitabın denizi de, gemisi de, balıkları, insanları, bağları da hep önce görülen, tanık olunan ve sonra hissedilen üzerinden anlatılıyor. Dıştan içe doğru bir sarmal misali örüyor ağını Rifat. Kıyıdan içeriye ilerledikçe ada kadar adada yaşadıklarını veya tanık olduklarını da aktarıyor. Kıyıdan evin içine kadar giriyoruz zaman zaman, sonra eski hikâyelerin destanların kahramanları gibi görünen balıkçılar çıkıyor karşımıza. Tayfaları hâlâ sarhoş gemi leşleri vuruyor kıyıya. Denizin korkutuculuğu da, sonsuzluğu da tüm canlılığıyla çıkıyor karşımıza. 

Tıpkı geldiği gibi gemiyle dönüyor Samih Rifat Ada’sından. Ama bu kez dönüş yolculuğunu değil, dönüş yolculuğuna çıkış anına kadar hissettiklerini, yaşadıklarını anımsayıp aktarıyor... Bu sayede şiirsel Ada anlatısının sarmalını tamamlıyor. Sözcüklerden oluşturduğu hendek / sur / deniz metnin dört tarafını kapatıyor. 2007’de aramızdan ayrılan Samih Rifat’ı daha yakından tanımak için değil, onun nasıl büyük bir yazar olduğunu fark edebilmek için biçilmiş bir kaftan Ada.

#MisafirYazılar Veri Girişi: Sevgi ve Korku Üzerine

#MisafirYazılar Veri Girişi: Sevgi ve Korku Üzerine

Bilgisayarları beni kızdıran, güldüren dostlarım gibi görüyorum. Bu yüzden Behar’ın koca bir salonda dans ederek temizlik yapan robotlarını görünce, hem ıssız bir odada yalnız kaldıklarını görüp üzüldüm, hem de neşeyle dans etmelerinden keyiflerinin yerine olduğunu hissedip sevindim.

Kâhin Serenatları I İki Elli, Kübra Uzun

Kâhin Serenatları I İki Elli, Kübra Uzun

Yarına Notlar sergisinde yer alan, dansçı ve koreograf Amrita Hepi’nin Kâhin Serenatları projesi kapsamında, müzik profesyonelleri ile dinleyenleri harekete geçmeye teşvik eden çalma listeleri hazırladık. Serinin ilk çalma listesi Kübra Uzun’un hazırladığı "İki Elli".

Aynalı Çıplaklar

Aynalı Çıplaklar

Türk resminde mitolojik temalara pek fazla rastlanmamakla birlikte, Aynalı Venüs gibi yaygın temaların çeşitlemeleriyle karşılaşmak mümkündür.