24 Haziran 2025
Ulya Soley
Marcel Dzama’nın Pera Müzesi’ndeki kişisel sergisi Ay Işığıyla Dans vesilesiyle Brooklyn’de bulunan atölyesinde buluşuyoruz. Bu çok soğuk Ocak gününde bizi sıcacık bir gülümsemeyle karşılıyor ve birkaç saatliğine onun gerçeküstü karakterler, müzik, dans, siyaset ve oyunla dolu dünyasına dahil oluyoruz. Retro filmler, çizimlerinde karşımıza çıkan karak terler, kar manzaraları, beraber ürettiği arkadaşları, bale ve tiyatro sahneleri ve aile ilişkilerinden, son dönemde yoğunlaştığı Lorca projesine ve sergide bizi nelerin beklediğine uzanıyoruz. Doğduğu Winnipeg’de başladığı sanat üretimlerinden bugüne gelen sohbetimize kimi zaman Marcel’in gitarla çaldığı bir Leonard Cohen parçası, kimi zaman kayıttan dinlediğimiz filminin soundtrack’i eşlik ediyor.
Ulya Soley: Çalışmalarını ürettiğin atölyede bulunmak ve üretimine tanık olmak heyecan verici. Atölye rutinlerinden bahsederek başlayabilir miyiz? Tipik bir günün nasıl geçiyor?
Marcel Dzama: Ben tersine bir program uyguluyorum, vampir saatlerine tabiyim, bu yüzden çoğunlukla gece çalışıyorum. Genellikle sabahları oğlumla birlikte kalkıyorum, onu okula götürüyorum ve o okuldayken uyuyorum ve geri döndüğünde uyanıyorum. Sonra o uyuduğunda çalışmaya başlıyorum, yani okuldan sonra gün boyunca onunla birlikteyim. Hafta sonları işler biraz karışıyor çünkü normal olmaya çalışıyorum ve bu da programımı biraz bozuyor. Havanın soğuk olması ve çalışma saatlerimin kötü olması nedeniyle çoğunlukla evde ama atölyede de epeyce çalışıyorum. Evimde de bir atölyem var.
US: Çok kalabalık, nesnelerle dolu bir mekândayız ama aynı zamanda çok da düzenli. Bu ortamda üretim yapmak nasıl hissettiriyor?
MD: Ev de dolu (gülüyor). Bir sürü kitap, bir sürü maske, kostümler. Sanırım bu organize bir kaos. Ben eşyaların nerede olduğunu biliyorum ama başkalarının pek bilebileceğini sanmıyorum. Ya da en azından ben eşyaların yerini bildiğimi düşünerek kendimi kandırıyorum.
“Ay’a kafayı takmış durumdayım... Bu gerçekten dünya sahnesi ve çevre üzerindeki sürreal olumsuz hissi taşıyor.”
US: Sıklıkla geceleri çalışıyorsun ve gece ile yakın bir ilişki kuruyorsun, sergide de bu yoğun ilgiye yer veriyoruz. Sergi kataloğunun kapağında İyi geceler New York başlıklı bir gece sahnesi yer alıyor. Gece hakkında ilgini çeken, seni büyüleyen şey nedir?
MD: Bir ayağım bilinçaltında, diğeri gerçekte, bu yüzden geceleri böyle bir his oluşuyor, herhangi bir şekilde bölünmüyorum. Yemek bile sipariş edemiyorsun, her yer kapalı. Genellikle gece 9-10 gibi çalışmaya başlıyorum ve sabah 6’ya kadar çalışıyorum, sonra oğlumun kahvaltısını hazırlıyorum ve sonra o okula gidiyor. Eskiden onu ben götürürdüm ama şimdi otobüse biniyor. Kapaktaki çalışma Raymond [Pettibon] ile birlikte yaptığımız, Özgürlük Heykeli’nin suda olduğu çalışma. Raymond Özgürlük Heykeli’ni çizmişti, ben de oğlumu heykelin omzuna ekledim ve orada durmak yerine suya daldırdım, ardından Raymond tepeye bir kuş çizdi ve ben de Ay’ı ekledim. Ay’a kafayı takmış durumdayım. Sanırım bunu Trump ikinci kez göreve geldiğinde yapmıştık. Dünya ve çevre hakkındaki o gerçeküstü olumsuz hisse gerçekten de sahip. Özgürlük ve çevrenin galip gelmesi ya da kaybetmesi durumu.
US: Kişisel hikâyenle devam etmek istiyorum. Kanada’nın Winnipeg kentinde doğdun ve sanat okulundan mezun olunca New York’a taşındın. Büyürken yaşadığın çevreyi tarif edebilir misin? Çocukluğunu ve gençliğini Manitoba’da geçirmek nasıldı?
“Kışın bu yalıtılmışlık büyük ölçüde çizimde kendi dünyamı icat etmemi sağladı. Ayrıca beni pandemiye hazırladı.”
MD: Winnipeg’de büyürken çok soğuk ve yalıtılmış bir ortam vardı. Kışları çocuk kitaplarına yönelirdim. Yine de dışarıda oynanabilecek kısa süre boyunca oynardım çünkü çok çabuk donardınız, bir seferinde hava sıcaklığı haftalarca -40° oldu. Bu yüzden sürekli resim çizerdim. Kışın bu yalıtılmışlık büyük ölçüde çizimde kendi dünyamı icat etmemi sağladı. Ayrıca beni pandemiye hazırladı, pandemiyle aram bayağı iyiydi. Bir seferde aylarca evde kalmak. Büyükbabamla çiftliğe çok giderdik. Çöplüğe gider, ayıları ve diğer hayvanları izlerdik. İlk çizimlerimde çok fazla ayı çiziyordum. Sanırım hâlâ resimlerimde karşımıza çıkıyorlar. Gerçek vahşi yaşamı orada gördüm. İnekler, boğalar, domuzlar ve tavuklar vardı. Büyükbabamın mantarlar ve böcekler tarafından istila edilmiş bir ormanı vardı, ağaçların hepsi ölmüştü. Ve gerçekten ürkütücü bir ormandı, sanırım birçok ağaç yaratığı oradan geldi. Winnipeg’in 1920’lerde zirveye ulaşmış olması da tarzımı etkiledi, biraz retro bir tarzım var –20’lerden 30’lara ama geleceğe bakıyor.
US: İşlerinde zaman dilimlerinin sınırlarını bulanıklaştıran ortamlar yaratıyorsun resmettiğin sahne 20’lerde veya 2025’te geçiyor olabilir. Zamanla ilişkini nasıl görüyorsun?
MD: Wininpeg’deyken geçmişte olduğunu hissediyorsun ama aynı zamanda şimdiki zamandasın ve bir yandan geleceğin bir parçası da oluşuyor. Yani “tüm zamanlar bir arada var olur” durumu geçerli, aynı anda var olan bir geçmiş, şimdi ve gelecek var. Sanırım bunun doğru olması gerekiyor ama hızlı hareket edince öyle hissetmiyorsun. New York pek böyle değil, burada çok daha hızlı ilerleniyormuş gibi geliyor. Winnipeg’de hız çok daha yavaş. Bu yüzden belki de gelecekten çok geçmiş ve şimdiki zaman var. Ve çok uzun zaman önce zirveye ulaştığı için nüfus genellikle azalıyor. Genç insanlar genellikle Toronto ya da Montreal gibi daha büyük şehirlere taşınıyor.
“…Herkes geleceğin bilgisayarlarda olduğunu, sanatın da bilgisayarlarla yapılacağını ve bu konuda öğrenebildiğimiz kadar çok şey öğrenmemiz gerektiğini konuşuyordu. Bizim hareketimiz tüm bunlara karşıydı, biz sanatı yalnızca kalem ve kâğıda geri getirmeye çalışıyorduk.”
US: Winnipeg’deki sanat okulu nasıldı? Sanırım farklı sanatçılarla ortak çalışmalar yapmaya da o zaman başladın? Orada ortaya çıkan sanat grubunuzdan bahsedebilir misin?
MD: Winnipeg’de, benden bir yaş küçük olan amcam Neal Farber’la beraber olma şansına sahiptim. Annem beni 18 yaşındayken, büyükannem de amcamı 39 yaşındayken doğurmuştu, yani daha çok kardeş gibiydik. Yazlarımı onlarla geçirirdim ve biz iki yeni-yetmeyken o da bizimle şehirde otururdu. Sonra birlikte üniversiteye gittik ve gruplarda ve kısa filmlerde pek çok kez iş birliği yaptık. Disleksim var, bu yüzden Neal benim için birçok ödev yazmıştır. Ben fikirleri verirdim, o da yazardı. Ödevlerimin çoğunu o yaptı ve üniversite boyunca okulu kandırmama yardımcı oldu. Sonra okulun son yılında benden 10 yaş küçük kız kardeşim Hollie Dzama ile birlikte Royal Art Lodge adında bir grup kurduk. Michael Dumontier ve Jon Pylypchuk da benim sınıfımdaydı. Beraber birçok grupta yer alıyorduk ve gruplarımız birbirine karışmaya başladı. Ana formatımız çoğunlukla çizim yapmaktı. Tam da o dönemde sanat okulunda herkes geleceğin bilgisayarlarda olduğunu, sanatın da bilgisayarlarla yapılacağını ve bu konuda öğrenebildiğimiz kadar çok şey öğrenmemiz gerektiğini konuşuyordu. Bizim hareketimiz tüm bunlara karşıydı, biz sanatı yalnızca kalem ve kâğıda geri getirmeye çalışıyorduk. Renkleri kullanıyorduk ve hepsi bu kadardı. En azından ben böyle hissediyordum. Bazıları bilgisayarla bir şeyler yapabiliyordu ama ben bilgisayar konusunda oldukça beceriksizim. Çok fazla video yapardık ve Neal onları bilgisayarda düzenlerdi. Ben daha çok VHS’den VHS’ye, analog biriydim.
US: İş birliği pratiğinin önemli bir parçası. Sergide arkadaşın Raymond Pettibon ile ortaklaşa ürettiğiniz bazı çalışmalar da göreceğiz. Onunla olan ilişkinizden biraz bahsedebilir misin? Birlikte bir eser üzerinde çalışırken nasıl bir yöntem izliyorsunuz?
MD: İlk tanıştığımızda David Zwirner’ın bir yemeğindeydik. İkimiz de sosyal açıdan biraz beceriksizdik ve peçetelere bir şeyler çizmeye başladık. Hem peçetelere hem masaya bir sürü çizim yaptık. Kalemlerimiz bittiği için insanlar bize makyaj malzemeleri falan vermeye başladı. Lucas Zwirner bu çizimleri fark etti ve bir noktada bize birlikte bir fanzin yapıp yapamayacağımızı sordu. İlk başta cadavre exquis yapacaktık, hani şu katladığınızda diğer kişinin ne çizdiğini görmediğiniz çizimler. Ama aslında her birimizin ne yaptığını görmeyi daha eğlenceli bulduk. O bana büyük bir kutu dolusu çizim verdi ve ben de onlara eklemeler yapmaya başladım. Bunlar iyi oldu ve o fanzin bir sergiye önayak oldu. En güçlü işlerin çoğu sergiden üç gün önce yapıldı. Duvara bir kâğıt koyduk ve boyamaya başladık, gerçekten ilginçti çünkü önceden plan yapmadan ve iletişim kurmadan çalıştık. Neredeyse bilinçaltımızda birlikte çalışıyorduk. O, muhtemelen yaptığı tüm punk grubu kapakları nedeniyle tanıdığım ilk çağdaş sanatçıydı. O zamanlar adını biliyor muydum bilmiyorum ama eserlerini biliyordum. İlk sergim Los Angeles’ta Santa Monica’daydı ve David Zwirner işlerimi orada gördü çünkü o galerinin tüm Raymond Pettibon çizimlerini satın alıyordu. Yani Raymond Pettibon olmasaydı, şu an bulunduğum galeride olur muydum, emin değilim. Ayrıca, çağdaş sanatta çizimin yolunu o kadar güçlü bir şekilde açtı ki eğer o bunu yapmasaydı ben de o kapıdan geçebilir miydim, bilmiyorum. Kapıdan içeri adım attı ve benim de içeri girmem için kapıyı tuttu. Bunu hiçbir zaman unutmadım hem bu yüzden hem de yeteneği nedeniyle her zaman onun hayranı oldum. Ayrıca oğullarımız aynı yaşta ve onlar da arkadaş oldu.
US: Oğlunla da birlikte çiziyor ve video çalışmalarında ona yer veriyorsun. Onunla nasıl bir iş birliği yapıyorsunuz?
MD: Özellikle pandemi sırasında onunla çok fazla iş birliği yaptım, o benim ana ortağımdı. Birlikte pek çok film yaptık. O film de yazıyordu. Filmleri göstermedim çünkü içlerinde yüzü yer alıyor. Şimdi 12 yaşında ama o zamanlar daha küçüktü. Şimdi birlikte çok müzik yapıyoruz. Şarkı söylemeyi ve müzik yapmayı seviyor, saksafon çalıyor ve efekt pedalları takarsam gitar çalıyor. Sanatçı olmak istiyor ama biz ona bu konuda baskı yapmak istemiyoruz. Özellikle de yönetmen olmak istiyor, her şeyle ilgileniyor, ki bu iyi bir şey. Bence o yaşta bir karar vermemelisiniz. Birlikte çizdiğimizde, ben çizerim ve o da aynı anda çizer. Yani aslında iş birliği yapmıyoruz, birbirimizi etkiliyoruz.
US: Sergide çizimlerin yanı sıra dört video çalışması da yer alıyor. Çizim yapmak ve video üzerine çalışmak pratiğinde nasıl ilişkileniyor? Video yapmaya nasıl başladın?
MD: Sanat okulundan önce de video yapıyordum. Aslında kız kardeşimle küçük kısa kukla filmleri yapıyorduk, böyle başladı. Ailem bana 80’lerde icat edilen ve kasetlere kayıt alan bu Fisher Price kamerayı almıştı. Eski filmlere benziyordu ve sanırım belki de bu yüzden ona kapıldım. İlk filmlerimi üniversitede bir film dersinde çektim. Aslında 16 mm ile çalışmıştık. Eski bir Bolex şipşak kamera ve baş rollerde de babam ve kız kardeşim. Onlar için kâğıt hamurundan maskeler yaptım çünkü kamera kayıda girince gülüyorlardı. Maskelerin çoğu oradan çıktı. Sanırım onları başka türlü de kullanırdım ama başlangıcı kesinlikle bu şekilde oldu. Rol yapamasalar bile kostüm giyen, maske takan herhangi bir oyuncuyu oynatabiliyordum.
“Kışın Winnipeg’in aslında boş bir tuval olduğunu hissediyorum. Bozkırda olunca, sonsuza kadar devam eder. Ufuk çizgisi ve gökyüzü bir araya gelir, özellikle de çiftlik bölgesine gittiğinizde, karla dolu bomboş buğday tarlaları vardır.”
US: Dans ve müzik de genellikle videolarının temel unsurları arasında. Ritmik unsurlar performansçılar tarafından vurgulanıyor ve tekrarlayan hareketler aracılığıyla dünyalar inşa ediyorsun.
MD: New York’a taşındığımda bale ile gerçek anlamda ilgilenmeye başladım. Winnipeg’de yaşarken çizimlerim çok basitti. Boş bir arka planları vardı, bu bilinçli miydi yoksa bilinç dışı mıydı bilmiyorum ama arka planları tamamen beyazdı. Kışın Winnipeg’in aslında boş bir tuval olduğunu hissediyorum. Bozkırda olunca, sonsuza kadar devam eder. Ufuk çizgisi ve gökyüzü bir araya gelir, özellikle de çiftlik bölgesine gittiğinizde, karla dolu bomboş buğday tarlaları vardır. Winnipeg’de yaşarken yaptığım çizimlerde gerçeküstü bir olay gerçekleştiren iki ya da üç karakter vardı. New York’a taşındığımda ise çok yoğun ve dağınık bir hâl aldılar. Bu karakterlerin kaosuna bir çeki düzen vermek için onları bale pozisyonlarına sokmaya başladım. 1960’lardan ve 70’lerden kalma eski bale dergileri buldum. Böylece karakterleri bu dans pozisyonlarında resmetmeye başladım. Oskar Schlemmer’i de burada öğrendim, kendisi takıntılı olduğum Bauhaus sanatçısıdır. Bu çizimleri yavaş yavaş bir sahneye dönüştürmeye başladım. Genellikle bir kenarda bir perdem vardı ve müzikal unsur da bu şekilde devreye girdi.
2014’te David Zwirner’daki gösterimi izleyen koreograf Justin Peck ile tanışma şansım oldu, sonunda New York Şehir Balesi’nde birlikte çalışmaya başladık. Ve Bryce Dessner, The National adlı gruptan bir müzisyen. İkisi de o gösteriyi izlediler ve benimle iletişime geçtiler. Sonra baleyi yaptım ve ardından biraz tükendim. Tüm kostümleri, sahneyi, arka planları, perdeleri yaptım ve sonra da gezinti alanını, sahnede bir sergi yarattım. Meksika’nın Guadalajara kentinde bir yıl süren misafirliğim sırasında geri dönüştürülmüş tenekelerden bu dev atlıkarıncaları yaptım. Orada seramikle ilgilenmeye ve bu tür heykeller yapmaya başlamıştım.
Marcel Dzama ile yaptığımız söyleşinin tamamını okumak için sergi kataloğuna göz atabilirsiniz. Katalog hakkında daha fazla bilgi için tıklayın.
Kanadalı sanatçı Marcel Dzama, Pera Müzesi’ndeki Ay Işığıyla Dans sergisine eşlik etmesi için üretim sürecinde en çok dinlediği beş albümü seçti. Post-punk derinliklerinden folk tınılarına uzanan bu liste, sanatçının görsel dünyasını besleyen ses katmanlarına ışık tutuyor.
Kitle iletişim araçları ve sanat arasındaki ilişkiyi odağına alan Ve Şimdi İyi Haberler sergisinden ilhamla, serginin bölümlerinden yola çıkan burç yorumları hazırladık. Gök cisimlerinin hareketlerinin insanlar üzerindeki etkilerinden esinlenen popüler astroloji dilini kullanarak kurgusal gelecek tahminlerinde bulunan yorumlar, güne dair iyi haberler alma arzusuyla gazetelerde okuduğumuz astroloji köşelerinden ilham alıyor ve sergideki eserlere göndermede bulunuyor.
Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00
Cuma 10.00 - 22.00
Pazar 12.00 - 18.00
Müze Pazartesi
günü kapalıdır.
Çarşamba günleri öğrenciler müzeyi
ücretsiz ziyaret edebilir.
Tam: 300 TL
İndirimli: 150 TL
Grup: 200 TL (toplu 10 bilet ve üstü)