Zamane Öyküleri: Felis
Hande Ortaç

12 Nisan 2023

Zamane İstanbulları sergisinden ilham alan öykü serisi Zamane Öyküleri, Hande Ortaç’ın öyküsü “Felis” ile devam ediyor!

Bu seri, yazarların sergide yer alan fotoğraflardan esinle kaleme aldığı kısa öyküleri bir araya getiriyor.  

 

 

Günlük/Kayıt No: 86

Durum Raporu: Gün 30
Görevli: Antropolog Hepat
Araştırma Sahası/Tarih: İstanbul/2123 

Benden bir daha haber almayacaksınız. 

Bu sizlere ulaştıracağım son kayıt. Korkulacak bir şey yok. Sadece burada kalmaya karar verdim. Tamamen kendi arzumla. Sizinle tüm bağlantımı koparıyorum. Lütfen buralara kadar gelip beni kurtarmaya filan kalkmayın. Küçümseyeceğinizi adım gibi biliyorum, yine de coşku dolu olduğumu sizden saklamayacağım. Saçımdan tırnağıma, bedenimi kaplayan incecik tüylerin uçlarına ve mide çeperime, soluk boruma, boynumda atan damarıma, zenginleştirilmiş kanımın damlasına kadar… 

Beni merak etmeyin. 

Madem son kayıt, hakkıyla yapacağım. Şimdiye kadar buradaki olayları bir antropolog gözüyle yani bilimsel bir mesafeyle, hadi itiraf edeyim, sıkıcılıkla aktarmıştım. Burada yaşadıklarım, daha iyi bir anlatımı hak ediyor. 

Her şeyi en baştan anlatacağım.

İstanbul’dan, su baskınlarından, felaketlerden, savaşlardan, sellerden kaçıp kuzeyin yüksek karalarına yerleştiğimizden beri ailemizin aklı fikri geri dönmekte. Ama nereye? Şehirde kalıntılardan, zihnimizdeyse kuşaklar boyu dilden dile anlatılmaktan artık iyice solmuş birkaç anıdan başka kalan hiçbir şey yok. Bir de halamın yirmi yıl önce İstanbul’da katıldığı arkeolojik kazı çalışmasından bana hediye olarak getirdiği şu meşhur üç fotoğraf. Hani tezimi dayandırdığım, bilim kurulunun “bunlar gerçekten yaşanmış olamaz, kurgudur, şimdiki düzene kötü örnek olur” diye ortaya çıkmasını engelledikleri, beni bölgeye araştırma yapmaya göndermeyerek son iki yıldır süründürdükleri fotoğraflar.

Fotoğrafların sırtlarındaki notlardan 2015-2022 yılları arasında çekildikleri anlaşılıyordu. Bizim ‘Yeni Toplum’ adı altında kurduğumuz yapay birlikten çok farklı, hayata dört elle sarılan, birbirine dokunan, iştahla yaşayan insanların görüntüleri. Gördüğüm ilk anda çarpılmıştım. O zamanlar henüz beş-altı yaşlarındaydım. Kendi eliyle yol açtığı felaketlerden dehşete kapılmış, aldığı nefesten utanan, sırf insan ırkı devam etsin diye kural üstüne kural koyup canından bezen bir milletin elinde büyüyordum. Alternatif bir hayatı düşlemek ihanetlerin en büyüğü olabilirdi. Bu fotoğraflar sayesinde hayal kurmaya cesaret edebildim. Bu cesaretle de tezimi yüzyıl önce yaşadığını varsaydığım bu topluluk üzerine yaptım. Keskin bir cinsiyet ikiliği üzerine kurulu toplumumuz kontrollü bir üremeye dayanıyor. Birbirimize saygı duyduğumuzu söyleyerek aramıza mesafeler koyuyor, etrafımıza bireysel duvarlar örüyoruz. Üniversitedeki küçücük ofisimde alternatif bir hayatın rüyasını görüyordum fakat gerçekten yaşanmış olduğunu bir türlü kanıtlayamıyordum. Bu tasarım bende garip bir bağımlılık yapmıştı. Bu hâlin hiç de sağlıklı olmadığının farkındaydım. Tezi bir an önce bitirip yeni projelerde çalışmam gerekiyordu. Bu üç fotoğraf dışında elimde somut bir veri de yoktu. Mutlaka bölgeye gitmeliydim. İstanbul’a bir ulaşabilsem büyük kısmı sular altında ve yüzyıl içinde geçirdiği üç büyük depremle neredeyse taş taş üstünde kalmamış bu antik kentte daha fazla kanıt bulacağıma emindim. Belki birkaç torbanın içinde kalmış çöp kalıntıları, yağmurlara kapılıp balçığa gömülmüş de olsa o döneme ait birkaç parça eşya, bir çekmecede unutulmuş yarısı suyla şişmiş bir günlük, birkaç fotoğraf daha, belki artık fare yuvası olan arşivlerde ıslanmamış bir kayıt. O topluluğa ait kıyafetler, duvar yazıları… Bilmiyorum.

Yaşadığım toplumdan başka türlü bir olasılığın hayaline o kadar ihtiyacım vardı ki. Morötesi ışınlara dayanıklı diye tek tip kıyafetler giyip güneşten sakınarak yaşamaya çalışıyoruz. Her şeyden o kadar korkuyoruz ki sadece balıkla beslenebiliyoruz. O küçücük odada gündüz düşlerine dalardım. Bırakın bir başka insanın varlığını kutsamak için ayağa fırlamak, diz kırıp selam vermek, toplum normlarına boyun eğdiğimi her cümlede anımsatmak… Odaya başka birinin girdiğini bile hissetmezdim. Saygının ve birbirine olan bağımlılığın en üst seviyede yaşandığı bir toplulukta içine düştüğüm melankoli asla kabul edilemeyen kural yıkıcı bir davranıştı. Beni isyankâr olarak adledip biraz uzaklaşmam gerektiğine böylece ikna oldular. Yeni düzeninin dışına çıkıldığında ölüm olduğunu, hayatta kalmanın kutsallığını hatırlamam için bana verilmiş bir görevdi bu. 

Yanılmadığımı, hayalini kurduğum toplumun gerçekten bir zamanlar var olmuş olduğunu İstanbul’a vardığım ilk günden itibaren biliyordum. Kent, bu yıkık dökük hâliyle bile beni etkisi altına almayı başarmıştı. Yine de, fotoğraflardaki insanların torunlarının halen hayatta olduğunu gördüğümde korkudan altımı ıslattım. Beni geri çağırırsınız diye şaşkınlığımı size yansıtmadan çalışmaya, raporlarımı paylaşmaya devam ettim. 

Biliyorsunuz beni ilk etapta düzenlerini yıkmak üzere gelmiş bir düşman, bendeki askerî meziyetlerin yokluğunu fark edince de huzurlarını bozmakla tehdit eden sinsi bir ajan olarak gördüler. Uzun süre onlarla iletişim kurmakta zorlandım. Kendi içinde üreye üreye, öğrendiğimiz kitap Türkçesinden farklılaşmış argo bir dil kullanıyorlar. Bizim fazla saygılı ve kırılgan iletişimimize karşılık onlar birbirlerine karşı çok kabalar. Bunun da doğallık olduğunu ve alışmadığım için bana garip geldiğini savunuyorlar. Beni yapay buluyorlar. İletişim şekillerine alıştım, alınmıyorum artık ama ilk zamanlar  ofisimde fantazi kurduğum güzel günlerime geri dönmeyi çok istemiştim. Topluluk, bölgeler boşaltıldığından beri burada olduklarını iddia ediyor. Daha önce Günlük/Kayıt No:28’te detaylarını paylaştığım İstanbul Kuzey Ormanları’nın iç kesimlerindeki mağaralarda uzun süre korunarak yaşamışlar. Felaketler ardı ardına koptuğunda birliklerini bozmadan hayatta kalmak için ortak hareket etmişler. Bunu yaparken de zorlanmamışlar. Daha önceki dönemlerde, topluluğun ataları da hayatta kalabilmek için güçlü bir dayanışma içindeymiş. “Kan bağı değil bizi bağlayan, hissettiğimiz gibi yaşamanın azmi” diyorlar. Son on yıldır da, iklim koşullarının biraz olsun yumuşamasından cesaret alarak daha güneye, Fatih ilçesinin iç kesimlerine, Tarihi Yarımada’nın arka kısmına yerleşmişler. Buradaki otuz altı katlı bir binayı mesken edinmişler. 2025 yılında yapılmış bu bina, çok şiddetli üç depremi hasar almadan atlatmış. Zamanın üstün Japon teknolojisiyle diğerlerine örnek olması için inşa edilen binanın yapı teknolojisini anlayamadan kent, yüzyılın ilk büyük İstanbul depremiyle yerle bir olmuş. Sonra ardı ardına diğer doğa olayları patlamış, yeni inşaat yapmaya hiç fırsat bulamamışlar. Şimdi, tam surların ortasında, halen ayakta kalmayı başarmış eski saraylar, camiler, hamamlar, çarşılar, sinagoglar, kiliseler gibi tarihî birçok yapıya komşu bu binada bir şehir kurulmuş. Binadaki düzeni, topluluk içindeki dayanışmayı es geçerek Günlük/Kayıt No:32’de detaylandırmıştım. Zamanında halamın buradaki topluluğu fark edememe nedeni de onun çalıştığı dönemde topluluğun henüz Kuzey Ormanları’nın derinlerinde saklanıyor olması. O döneme ait mağara grafitilerini Dosya No:6 ile iletmiştim.

Onuncu gündü. Binanın yirmi sekizinci katındaki yemekhanenin geniş camlarından kırık dökük kent kalıntılarına bakıyordum. Olduğum yerden Marmara Denizi ve ötesinde Kadıköy, soluma doğru baktığımda İstanbul Boğazı gözüküyordu. Boğazın diğer kıyısında Üsküdar ve denizin ortasında Boğaz Köprüsü’nün yıkılmamış ayakları görüş açımın içindeydi. İki yakayı birbirine bağlayan asfalt bir köprü artık yoktu. Sular yirmi yıl önceki kayıtlara göre epey çekilmiş fakat Üsküdar Meydanı halen sular altındaydı. Dili anlamıyordum. İnsanlar beni istemiyordu. Onlar bambaşka insanlar. Geçmişle değil gelecekle bağ kurmaya çalışıyorlar. Benim tam tersim. Bu tersliğim yüzünden hiçbiriyle ilişki kuramıyordum. Derin bir hayâl kırıklığı içindeydim. Başımı kalın camlara dayayıp aşağıya düşmenin nasıl bir deneyim olacağını düşünürken yanıma Pars yaklaştı. Umutsuzluğumun kaynağının artık zehirlemeye başlamış olan kanım olduğunu anlattı. Anlayamadım. Beni ölüme terk etmeyeceklerdi. İnanamadım. Eğer istersem bana yardım edeceklerdi. Sadece altı saat onlardan biri gibi davranmam gerekiyordu. Zorlanacaktım ama yapabilirdim. Ölüm kalım hattında olduğumu fark etmemiştim. Başımı aşağı yukarı sallayıp, “tamam” dedim. 

 

 

Ritüeli size raporlamadım. Çünkü bu ritüele katılmam bilimsel mesafemi kaybettiğim anlamına geliyordu. Bakıp gözlemlemek yerine içine girip yaşamayı seçiyordum. Bu kişisel deneyimim duygusal kararlar vermeme sebep olacaktı. Eğer bu ritüele katılmasaydım da eşyalarımı toparlayıp bir an önce geriye dönmem gerekiyordu. Bana verilen ilaçlar buradaki iklimin olumsuz etkilerini bertaraf etmeye yetmemişti. Merakım iş ahlâkımın üzerine çıktı. Bencilce yalan söyledim. 

Asit yağmurlarından, enkazlardan salınmaya devam eden asbestten, eriyen kutuplardan okyanuslar yardımıyla tüm dünyaya yayılan kadim mikroplardan, yeni türeyen virüslerden arınmak ve seyrek oksijen miktarını takviye etmek için buradaki insanlar her on günde bir kanlarını zenginleştiriyorlar. Aslında yaptıkları, içeriğini yıllardır geliştirdikleri bir serum kokteylinin direk damardan vücuda zerk edilmesi. Bu çok güçlü kokteyl, insanda altı saat boyunca etkisi devam eden kontrolsüz bir yükselişe sebep oluyor. Bugünün tabiriyle kafa yapıyor, buranın tabiriyle uçuşa geçiriyor. Tüm topluluk üç gruba ayrılmış durumda. Her bir grup sırayla kokteyl alıyor ve diğer iki grup kafası güzel gruba göz kulak oluyorlar. Engellemek ya da hapsetmek gibi değil, daha çok kendilerine zarar vermemeleri için grubu kontrol altında tutuyorlar. Zorbaca bir uygulama mümkün değil, çünkü hepsi kokteylin etkisi altındayken yapılan müdahalelerin ne kadar can sıkıcı olduğunun farkında. Aile olmak için birilerini seçmek gerek. Doğurmak ya da doğmak kesinlikle yeterli değil, bu durum bir bağımlılık da yaratmıyor. Kadınlık ya da erkeklik kavramları çoktan unutulmuş. Arzulamak, sevmek ya da istemek toplumun temel mottosu. Birbirini seçen en az üç kişi, genellikle bu sayı daha yüksek, ritüel dışında kalan zamanlarda birlikte yaşıyor. Yalnız başına kalmak da çift olmak da mümkün. Üçe tamamlanmak sadece özendiriliyor. Ritüel zamanı geldiğinde aile bireyleri farklı gruplarda yer alıyorlar ki serum alan kişiye göz kulak olabilsinler. Aynı grupta uçuşa geçenler birbirleriyle özgürce sevişiyor, konuşuyor, eğleniyor ya da ağlaşıyorlar. Diğer aile bireyleri uzak bir mesafeden gerginliğin kavgaya ya da arzunun şiddete dönüşüp dönüşmediğini kontrol ediyor. Kıskançlık yok, aidiyet tamamen farklı değerler üzerine kurulmuş. Benim gözlemcilerim Vaşak ve Oselo’ydu. Ailelerinin üçüncü bireyini yakın zamanda kaybetmişlerdi. Bana göz kulak olmak için gönüllü oldular. 

Serumu aldıktan hemen sonra Borneo’ya gidip hesap sorduğumu hatırlıyorum. “Ne garip isimler bunlar böyle!”. “Hey Aslanım buradayım, gel de kap beni,” diye Aslan’a musallat oldum. “Bunlar Türkçede kullanılan isimler değil. Neler uyduruyorsunuz?” Kahkahayı bastım. Sanırım. Ağzımdan çıkan ince bir çığlık da olabilir. Bir süredir gözümü alamadığım Karakulak’ı öptüm ve önünde çırılçıplak soyundum. Sizin bir kişiyle her karşılaştığınızda yaptığınız gibi dizimi saygıyla hafifçe kırdım. Karakulak katıldı gülmekten. Birlikte Haliç’e girdik. Sonra sahilde seviştik. Kulağıma, “Lakabımız kedigillerden apartma,” diye fısıldadı, “İstanbul’un kedileri işte”. “Ama bu ismini saydığın kedi cinsleri burada yaşamıyor ki,” dedim ısrarla. Gökte dolunay vardı ve parlak ışıkta meme uçları parlıyordu. “Eyvallah, isyan kesmekte hakkın var, yuvaları burası değil ama bizler gibi aynı ailenin dölleri onlar da. Kedigillerin!” Yanağıma bir öpücük kondurup Aslan’a doğru yürümeye başladı. Sağa sola hareket eden kalçalarını hayranlıkla izledim.   

 

 

O esrik akşamdan sonra bu toplumun bir parçası gibi hissettim kendimi. İçimden geldiği gibi davranmama müsaade etmişler, beni kınamamışlardı. Gün içinde fazla kibar halim canlarını sıkıyor, hissediyorum. Yine de sur içinde yapılan tarım faaliyetlerine ve Haliç üzerindeki kanatlı avına beni de dahil ediyorlar. Balık konusunda onlardan daha bilgiliyim. Boğaz’a Karadeniz’den inen lüfer ya da torikler hâlen zehir taşısalar da kaya diplerindeki kalın kabuklu böcekleri toplayıp güvenle yiyebiliyoruz. Alışamam sanmıştım. Geri dönme şansımı kaybetmemek için burada olan biteni bilimsel olarak bu kayıtlarla aktarmaya çalıştım. Daha önce gönderdiğim Günlükler geçerli bilgiler içeriyor. İmha etmeyin lütfen. Gelecek nesiller için.

Kendime Felis demeye karar verdim. Bildiğiniz sokak kedisi. Etrafına siydiği yuvasını, dönüp dolaşıp bulan cinstenim. Buradaki üçüncü ritüelime bu akşam katılacağım. Vaşak ve Oselo’yla çok iyi anlaşıyoruz. Oselo artık bir bebek yapma vaktinin geldiğini söyledi. Bebeğe birlikte bakacağız. Anadolu’nun iç kesimlerinde, yüksek yerlerde hayatta kalan topluluklar olabileceğini düşünüyorlar fakat taşıtları olmadığı için hareket etmeye cesaret edememişler. Uzun süredir el değmemiş karaların ne tehlikeler barındırdığını bilmedikleri için çekinmişler. Benim taşıtım bu konuda onlara yardımcı olacak. Eski bir deyişle, “Taşıt konusunda hakkınızı helâl edin.” Çocukken okuduğum halk hikâyelerinden birinde Pembe ve Eflatun’a ait olduğu söylenen ve Kocaeli yakınlarında olduğu düşünülen bir handa, savaş zamanı çok hayat kurtarıldığı anlatılırdı. Belki o civarda yine bir yaşam filizlenmiştir, hâlâ hayatta olanlar vardır. Kimbilir? Keşfetmek için yakın zamanda yola çıkacağız.

Kaydı sonlandırıyorum. Halama benden selam söyleyin. Artık geçmişin özlemiyle değil geleceğin merakıyla dolu bir hayat yaşamak istiyorum. Buraya gelmemi sağladığı ve bir yıkıntının içinde bulduğu üç fotoğrafı benimle paylaştığı için ona minnettarım.

Felis

 

 

Hande Ortaç Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans, Bilgi Üniversitesi Örgütsel Psikoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı. “Kankurutan” adlı öyküsü altKitap 2008 Öykü Ödülü’nde, “Pembe ve Eflatun” adlı öyküsü ise KaosGL 2020 Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda birincilikle ödüllendirildi. Kankurutan (Ayizi Yayınları, 2011) Üç İki Bir Kayıt (Ayizi Yayınları, 2015) ve Daha İyi Misin? (İletişim Yayınları, 2021) isimli öykü kitapları yayımlandı. 90’lar Kitabı Çocuk mu, Genç mi? (haz. Kadir Aydemir, Yitik Ülke Yayınları, 2012) ve O Yaz (altKitap, 2013) kitaplarına metinleriyle katkıda bulundu.

Fotoğraflar:
Cansu Yıldıran
Barınak serisinden, 2015-2022

Zamane Öyküleri: Kömür <br> Pelin Buzluk

Zamane Öyküleri: Kömür
Pelin Buzluk

Zamane İstanbulları sergisinden ilham alan öykü serisi Zamane Öyküleri, Pelin Buzluk’un öyküsü "Kömür" ile başlıyor! Bu seri, yazarların sergide yer alan fotoğraflardan esinle kaleme aldığı kısa öyküleri bir araya getiriyor.

Zamane Öyküleri: Cihangir <br>Özge Baykan Calafato

Zamane Öyküleri: Cihangir
Özge Baykan Calafato

Zamane İstanbulları sergisinden ilham alan öykü serisi Zamane Öyküleri, Özge Baykan Calafato’nun öyküsü “Cihangir” ile devam ediyor! Bu seri, yazarların sergide yer alan fotoğraflardan esinle kaleme aldığı kısa öyküleri bir araya getiriyor.

Kitsch ve Kitle Kültürü <br>  Umberto Eco

Kitsch ve Kitle Kültürü
Umberto Eco

Doğrudan bir etkiyi amaçlayan bir iletişim olarak Kitsch'in tanımı, kuşkusuz, onu kitle kültürü ile özdeşleştirmeye ve avantgarde'ın öne sürmüş olduğu "yüksek" kültürler diyalektik bir karşıtlık içine koymaya yardımcı olmuştur.